Thursday 30 December 2021

Köle Türkler ile Abbasi Halifeleri

 Yazı 31/12/2016 tarihli

Bar Hebraeus tarihi olan meşhur Chronography'den alınma ve ben de biraz süsledim aşağıda anlattıklarımı.
Kitabın Türkçe tercümesi var.
Ömer Rıza Doğrul yapmış.
Abü'l Farac tarihi diye satılıyor.
Tarihi Türk devlet ideolojisi dışında irdelemek isteyenler için bir kesit zira gün ışığına çıkmamış, daha doğrusu çıkarılmamış bazı çok küçük ayrıntılar bulunabilir.
Türk köleler, köle komutanlar ve güçleri.
Aradığınıza bağlı elbette.
Neyse, olaylar 800 yıllarında geçiyor.
O zamanlar Abbasi imparatorluğunda Türk kölelerin varlığı ve bazen eriştikleri siyasi gücü farketmek te ilginç geliyor.
871 yılında Abbasi Halifesi Müstain bir yere gidince, Türk köle askerler harekete geçer ve Mütevekkil'in hapiste bulunan iki oğlu Mutez ve Müeyyed'i dışarı çıkarır, Mütez'i Halife ilan ederler.
Müeyyed'in de kendisinden sonra tahta çıkacağına dair yemin ederler.
Bu arada tahtı elinden alınan Müstain'de , hakkından feragat eder.
Yeni Halife Mutez, kardeşi Müeyyed'i zaten pek te hazzetmezmiş!
Ya da hiç hoşlanmadığını siyasi gücü eline alınca farketmiş olmalı.
Türk komutanlarla birlikte, kardeşine verdiği ahit ve yeminlerden anında çark eder ve adamı aynen mapusa tıkar.
Haklarından feragat ettiğine dair bir senedi imzalayana kadar da, kardeşini sürekli kırbaçlatır.
Bir Halife bunu yapmaz yahu...
Yapar gözüm, hem de neler yapar neler!
Ama bu Halife Mutez'i, kardeşi Müeyyed'i Islami usullere göre kırbaçlatarak ( gavur usulü olmamalı, koskoca Halife gavurların taklidini yapacak değil ya) iflahını kesip, elinden her tür yazılı senet almak ta kesmemiş.
Bu defa kardeşine mapusta tilki derisinden mamül kürkler giydirmiş.
Bu elbise de elbette garibi çok sıcak tutuyor.
Yetmiyor, zavallı kardeşinin kafasını da kürkün içine sokturuyor, ellerini ve ayaklarını bağlatıp, kürkleri zavallının vücudunun üzerinde bir de diktiriyor.
Ve ölünceye kadar da öyle bırakıyor.
Daha sonra Halifemiz, Kadı ile zamanın muteber şahitlerini huzura çağırıyor.
Bunlar, tek suçu Halife kardeşi olmak olan Müeyyed'in cesedini muayene ediyor ve vücud üzerinde dayak, bıçak eseri veya boğmadan mütevellit husule gelen her hangi bir darp izi, leke, morartı bulunmadığını müşahade ve tesbit ediyorlar.
Ve Müeyyed'in eceliyle öldüğüne şehadet edilir ve böylelikle Islam Halifemiz Mutez, ülkesinin en önemli problemini de hakkıyla çözmüş olur.
Ve onlar ermiş muradına.....yooo, bitmedi.
Mutez, kardeşini gayet sıhhi ve etik usullerle mevta kıldıktan sonra, aklına Türk köle asker kardeşlerinin yardımıyla tahttan sepetlediği ve kendi halinde oturan eski Halife Müstain gelir.
Ve Türkleri anında Müstain'e gönderir.
Neyse, Türk komutanların zavallı Müstain'in kellesini vücudundan ayırmak için sarfettikleri enerji ve mesai ile özel usullere dair bir ayrıntı maalesef yok bu hususa dair tarihi kayıtlarda.
Türkler, Müstain'in kellesi ellerinde, o sırada huşu içersinde şiir okuma pratiğinde olan Mutez'in huzuruna çıkarlar.
Ve Islam Halifemiz Mutez tam o sırada kültürel aktivitelerle meşgul bulunduğundan, kayıt altında olan şu tarihi kelamları etmiş ( s.237):
'' getirdiğiniz şeyi şimdilik bırakın, şiiri bitirdikten sonra kalkar bakarım'' demiş.
Yaa, işte böyle.
Mutez, artık keyfi kıyak, potansiyel tehlike namevcut ve elbette güç gösterisi başlar.
Ve hatayı da yapar.
Türk köle askerlerin ücret ve avantalarını ödememe gafletine düşer.
Türkler de anında tavır koyacaktır. Nitekim aynen de vuku bulur.
867 yılında, silahlı Türkler Mutez'in kapısına gelir ve ücret ile erzaklarının teminini talep ederler.
Mutez yandım anam makamında hemen annesine haber salar, ne varsa kendisine göndermesini ister.
Annesinden hemen cevap gelir:
'' bir şey yok! ''
Türk komutanlar, ümmetin mümtaz unsurları, Halifenin sarayına dalar.
Mübarek Halifemizin yakasına sarılır, evvela bir ağız dolusu tükürük yağmuruna tuttuktan sonra, müteakiben de bir güzel tokatlarlar !
Saltanatı gönül rızasıyla bıraktığını belirten bir senedi yazdırıp, imzalatıncaya kadar da, kendisinden ''ricacı'' olurlar.
İstediklerini aldıktan sonrada, s.238 de aynen şöyle naklediliyor '' halife'yi zincirlediler, küçük bir odaya attılar, odanın ön tarafını ördüler ve onu ölünceye kadar günlerce bu hal üzere bıraktılar. Sonra onu çıkardılar ve gömdüler. Kendisi başkalarına ne yaptı ise aynısı ile karşılaşmıştı.''
İşte böyle.
O yüz yıllara gelinceye kadar ve sonrasında, özellikle Iraq ile Suriye'de, hatta biraz Mısır'da , çok sayıda Türk köle asker vardı. Aileleriyle birlikte, Sünni-Hanefi Müslüman Türkler. 900 yıllarında Hilafette güç olacak Şii Daylamlilerle vuku bulacak Sünni-Şii çatışmalarında da Türkler, Şiilere karşı asli güç idi. Daha sonra Selçuklular geldi, onlar da Sünni-Hanefi Müslümanlardı, Tuğrul Bey-Alp Arslan- Melik Şah vs...
Türk köleler hakkında pek yazılıyor mu, bilmiyorum. Ama bir zamanlar Abbasinin bu dönemi ve sonrasında çok güçlü konumları vardı. Halifeler Araplara değil, yetiştirdikleri köle Türklere güveniyorlardı.
İlginç ve aslında incelendiğinde kitap dolusu yazılmayı hakkeden bir husustur bu.

Moğollara Karşı Kürdlerin Erbil Direnişi

 Moğol işgali ve kurulan İlkhan devleti, tahmin edilebilecek en yıkıcı sosyo-ekonomik zararı İran-Anadolu hattının en kalabalık halklar topluluğu olan Kürdlere verdi. Düşünebiliyormuyuz; Moğol Menghü Kağan kardeşi Helagü'yü İran-Mezopotamya ve Anadolu'ya gönderirken, kendisine '' Kürdler, Lurlar ve İsmailileri'' yok etmesi ( zapturapt altına alması) görevini vermişti.

Lurlar daha düne kadar zaten Kürd kabulleniliyorlardı. İsmaililerin ise inançlarına Kürdler ile Zağros-Jibal hattından adam devşirdikleri yazılıyor.
Zağros /Jibal ise Media, yani şimdiki Azerbayjan'ı da kapsıyor aslında bu durumda.
Medlerin ise kimler olduğu, Armaniyeh coğrafyasında Medlerden bahsedilmesi ve yine Medlerin Kürdlerin atası olduğuna dair belirlemeleri de Vladimir Minorsky'nin ''Studies in Caucasian History '' eserinden okumak mümkün.
Helagü'nün ordusu içersinde Çinlilere varıncaya kadar her kavimden asker vardı. Mesela Qazvini 1350 yıllarına doğru kadim Kürd toprağı Azerbayjan'da Khoy-Xöy-Koy şehri ve etrafında yerleşik Çinlileri gördüğünü naklediyor.
Şİmdi elbette bunlar ''Azeri Türkü''.
Neyse, işte Helagü İran'a ulaştıktan sonra, malüm sonunda Bağdad'a, Hilafetin merkezine saldırdı. Abbasi Halifesinin en önemli iki komutanından biri de, elbette Kürd'dü.
Fakat halledilmesi gereken bir Arbela-Erbil vardı öncelikle.
Moğol Helagü , bu misyon için komutanlarından Arkatu ya da Oroktu Noyan'ı görevlendirdi.
Erbil mutlaka ve hızla fethedilmeliydi.
Sir Henry H. Howorth, ''History of the Mongols, from the 9th to the 19th century, Part III'' , s.132 den başlayarak, bize anlatıyor ( elimden geldiğince tercüme ettiğim haliyle) : '' Erbil'in şöhreti İskender zamanlarına kadar uzanıyor.
Meşhur tarihçi Raşid al-Din'e göre, Erbil'in dünyada bir benzeri yoktu. Büyük ve Küçük Zap arasında, Musul'dan iki günlük mesafede bulunuyordu. Yirmi sekiz yıl evvel ölen emir Muzaffer ud-Din( aslen Türkmüş), Erbil'i Pers-Irak'ının en önemli şehirlerinden biri haline getirmişti.
Oluşturduğu bir çok kuruluşlar içersinde , mesela İslam tarihinde daha evvel hamiliği yapılmamış( belki de duyulmamış) olanlar vardı.
Yetimhane (hastahanesi) ; bebek emzirme ve süt anneler için bir kurum; dul kadınlar için korunak ; genel hastahane; körlere özel hastahane; yolcular için sadece barınma ve geceleme değil, bir de seyahatleri için gerekli masraflarının da ödendiği bir kervansaray; Dervişler için Xangah ; medrese ; Hanefi ve Şafii kuramlarının öğretildiği bir okul , ve Peygamberin doğumunun büyük bir debdebeyle kutlandığı bir camii...
Bu festival sırasında ziyaretçiler, vaizler, hatipler, şairler, müezzinler ve sufiler oraya civar kasabalardan akardı. Bir ay evvelinden, tahtadan yapılma ,yirmi kubbe şekilli ve üç katlı binalar , manastır ile cami arasına yerleştirilirdi. Koridor/balkonlardan şairler ve hatipler kalabalıklara seslenirken, diğerleri de sihirli fenerlerli ( ışık oyunları ?) sergilerdi.
Kutlama yemeğinde , çok sayıda deve, sığır ve koyun alana götürülür, topluca kesildikten sonra müzik eşliğinde pişirilirdi.
Akşam şehir aydınlatılır, ve sabah ta, seçkin misafirler ile diğeri kalabalıklar kendilerine ayrılan iki masaya otururlardı. Dervişler oynar, duacılar minarelerden terennüm ederken, dans edenler ( halay olması lazım) bahşişlerle ödüllendirirlerdi.
Böyle bir yerdi işte Erbil...
Şehir düzlükte kuruluydu. Kalesi ise tek başına bulunan bir tepenin etrafındaydı.
Moğol belası yaklaşınca, şehrin o zamanki emir ya da veziri Taj ud -Din İbn Salaia , Moğol askeri kampına gitti.
Komutan Arkatu Noyan, vezire samimiyetine inandığını söyledi, ama şehirdeki Kürd askeri birliği, teslim olmayı reddediyordu.
Bu yüzden Komutan Arkatu, zavallı Erbil vezirini Helagü'ye gönderdi, derdini ona anlatması için olmalı.
Ve Helagü de, kültürüne uygun olanı anında icra edip, Erbil emirini öldürttü.
Ama emirin Moğollarca katli, meseleyi çözmüyordu.
Zira Kürdler, yazarımızın kaynaklardan aktardığına göre Moğol saldırılarına kahramanca direniyorlardı.
Ve bir ara, Kürd askerler Erbil kalesinden çıktılar.
Moğol kuşatmasını yardılar...
Ve bir çok Moğolu'da öldürdüler mi!
O sırada Musul emiri ve aslen Ermeni bir köle olan Müslüman Lulu da el mahküm Moğol ordusuna Erbili fethetmeleri için birlik göndermişti.
Ve Moğol komutanlar, belli ki kendi dev ordularına rastlamadıkları bu direniş, yetmez, bir de kendilerine saldırıp rezil eden Kürdler için Lulu'dan tavsiye ve görüş istediler.
Anasının gözü ve Kürdleri avucun içi gibi tanıyan Lulu, gerekli tavsiyeyi verdi.
Moğollara, eğer Erbil'i almak istiyorlarsa, kuşatmayı kaldırmaları ve yaz mevsimini beklemelerini bildirdi.
Çünki, Kürdler sıcak bastırınca, şehri terkedip dağlara çıkardı.
Ve aynen de öyle oldu!
Moğollar Kürdlerin dağlara çıkmasından hemen sonra şehri ele geçirdiler.
Tarihçi Bar Hebraeus'un yazdığına göre Musul valisi Lulu, Erbil'i Moğollardan 70,000 dinara satın aldı.
Ama bu saadet uzun sürmedi ve Kürd mir Celal hızla geldi, Erbili askeri garnizonlarını dışarı sürerek ,yabancılardan geri aldı.
Gerisini yazayım mı, sinir krizlerine hazırmıyız ?
Moğollar bir ordu gönderdiler, yanlarına da Lulu bazı Kürdleri ( Musullu olmalı) verdi...
Lulu'nun gönderdiği Kürdler, bu kahraman Celal'i çadırında uyurken katlettiler...
Bu hadiseden fazla değil, elli yıl kadar sonra ise meşhur Moğol İlkhan vezir ve tarihçisi Raşid al-Din, kendileri hakkında şahit olduğu ve gözlemlediği kim bilir kaç vakıadan sonra şöyle yazacaktı:
Şaşkın Kürdler !

Kürdler küçük bir garnizonla dev Moğol ordusunu perişan edebiliyor. Ama sonuçta Kürdler hep yenilen ve yok edilen oluyor.

Monday 27 December 2021

Sosyalizm, Kadın Çorap ve Kilotu ile Kuruyemiş

 

12 Eylül'den sonra İstanbul'dan ayrılıp, herkes gider Mersin'e, ben giderim tersine misali, memlekete göçmüştüm. Bana aslında yabancı geliyordu, her ne kadar her yıl gidip gelsem de... Neyse, konunun sosyalizm olması hasebiyle hemen buradan giriş yapayım istedim.
Orta Anadolu'da bile bir çok ilçe ve ilde, sosyalist, demokrat emsallerimiz vardı. Ama ortam puslu ve pusulu ve mutad konulara sıra gelince tartışmalara karanlıkla birlikte. sessizlik çöküyor ve konular günlük meşgale ile farklı alanlara kayıyordu.
Bir gün, eşraftan, ticaret erbabından, giderek toprak sahibi köylülerden bazı grupların birer arabaya üçer dörder atlayıp zaman zaman Bulgaristan-Romanya'ya zamparalığa gittiklerini duydum.
Hele giderlerken bagaja yüklediklerinin listesini bir de geri dönenlerden duyunca, canım çok sıkılmıştı.
Yahu ölmüş ya da içerde idamla yargılanan, işkence gören arkadaşlarımız, tanıdık-tanımadık, mevcut.
Bir ideal uğruna.
Ve de taşralı tüccar köylü tayfası, özellikle de Romanyaya ''kadın çorabı, kilot, ruj, kuruyemiş vs.,'' götürüyor ve ava gider gibi bu vesileyle zamparalık yapıyorlar.
Nasıl moral bozucu bir durum...
Gerçi cehalette katırla yarışabilecek zihinsel benzerlikleri malüm taşra tüccarı ve sosyo-kültürel ittifaklarının doğruları söylemeye allerjilerinin bulunduğunu da biraz biliyorduk.
Yani çoğu söylemleri alenen palavraydı, belki de tamamı.
Ama salladıkları ve aslında ''farkedilenler'' zihinlerde hasar yaratıyordu.
Bu husus üzerine bir kaç arkadaşla tartışmaya başlamıştık. Şimdilerde her biri Atatürkçü-Ulusalcı ve demokrasiye düşman olan bu vatandaşlarla elbette diyaloğu geliştirmek bile bazen problem teşkil edebiliyordu. Hali hazırda face book ta okuduğum bazı tiplere denk laflar ediyorlardı o zamanlar. Tartışmayı peşinen reddediyorlar, duymak istemiyor, kulak kabartsa da, kafasında pek bir zihinsel aktivite olmadığından, fikir de beyan edemiyorlardı. Korkunç bir bağnazlıkla bakıyorlardı tartışmaya.
Konu elbette kapatıldı, zira işin içersinde bir de hain-ajan-dönek-liboş ilan edilmek te var.
Hep düşünmüşümdür.
Çok mu zordu sosyalist sistemde kadın çorabı, ruj, düzgün tekstil mamülleri, giyecek, yiyecek vs imal etmek?
Edemediğini ithal etmek.
Elbette kolaydı.
Ama olmuyor.
İnsanlık tarihinde uzaya ilk çıkan oluyor ve atom bombası yapıyorsun ama...
Fakat zihniyet arızalı.
Sanki düzgün ve kullanışlı giyinmek sadece Batılılara has bir ayrıcalık farzediliyordu .
Sloganlarına bakılırsa, burjuva alışkanlığına karşıydı yöneticiler.
Peki biz sosyalizm derken, insanları fakirlikte mi eşitlemeyi düşünüyorduk?
Bir çok arkadaşımız daha iyi ve huzurlu değil, bol propaganda soslu ve korku dolu, sürünerek yaşamak için mi canlarını feda etmişlerdi ?
Dünyanın dört bir köşesinde...
Neden insanlara en iyisi layık görülmüyordu, bunun burjuvası-proleteri olurmuydu?
Sosyalist yöneticilere, bizlere neydi ki ABD'li zenginin kendisine parasıyla neyi layık gördüğü?
Kapitalizm bir mamulü düzgün ve kullanışlı yapıyor idiyse, tüketim ve imali neden sosyalizmi yaşayan kitlelere yasak edilecekti ki?
Daha iyi ve kullanışlısını, beceremiyorsan benzerini, sen de yap!
Hayır olmaz!
Müzik yapamazsın, burjuva işi...Adam gibi film yapamazsın, kapitalist işi...Kadın belki de kendine düzgün ve sıhhi bir ay hali tamponu alamaz, imal edilmez, zira ABD işi !
Kuruyemiş küçük burjuva !
Bu ne yahu!
Yani tek tek yazmaya gerek yok, muhayyilemizi çalıştırmamız yeterli işin vehametini kavramamız için.
Farklı bir hadiseyi de nakledeyim de, yapılan acemilik ve ilkelliklere esaslı bir misal teşkil etsin.
İki Almanya birleştikten sonra, uzmanlar Doğu Almanya tarafındaki bir ağır sanayi tesisini incelemeye gidiyorlar.
Traktör imal ediliyormuş.
Fabrikanın avlusunda 100 kadar kaportası boyasız ve çürümeye terkedilmiş traktörü şaşkınlıkla farkediyor Batı Alman uzmanlar.
Soruyorlar sebebini.
Merkezi planlama ofisi veya her ne idiyse ismi, bilmem kaç yılında imal edilen bu traktörlerin mavi renge boyanmalarını karar altına almış.
Traktörlerde mavi boyanın fabrikaya ulaşmasını bekliyor.
Mavi boya da bir türlü imal edilmiyor.
Zira planlamada yer almamış ( bu mealdedir, renk farklı vs olabilir, usul şudur budur ama nakledilen maalesef doğru)!
Kimin umurunda araçların çürümesi!
İşte geçenlerde kaybettiğimiz Fidel Kastro yoldaş da bu trendin en son temsilcisiydi. Despotizme yol açan ideoloji ve politik sistemden hayır gelmiyor.
Buna kurtuluşun Islam'da aranması tuhaflığı ve bağnazlığını da eklemek gerekiyor.

Sabahın Seher Vaktinde Aliyi Gördüm, Aliyi!

 Dört yıl önce bugün yazmıştım, oldum olası gündemdir,

Sabahın seher vaktında
Ali'yi gördüm Ali'yi
Eğildim niyaz eyledim
Ali'yi gördüm Ali'yi,
Ufacık bir çocukken radyoda az dinlememiştim bunu. Sesini hiç beğenmediğim bir kadın söylerdi. O zamanlar ''Türkü'' ismi verilen ve Türklerde vaktiyle bulunmayan bu uyduruk kelime üzerinden sosyo-piyasaya sürülen melodiler, ''bilmem ne dolaylarından'' diye tanıtılırdı.
Yarım asır sonra bunun Atatürk zamanı başta Kürdler, tüm yerlilerin melodilerinin çalınması, ve her birine Türkçe söz uydurulması, yani her şeyin Türkleştirilmesi projesinin bir parçası olduğunu ancak anlayabilecektim.
Fakat yukarıda verdiğim dörtlük, çifte asimilasyon ürünü...
Alevi Kürdlerin hali üzerine...
Yazılana göre, yukarıdaki şiir Kul Himmet lakabıyla maruf bir vatandaş ve Pir Sultan Abdal ismiyle Kürdlere yutturulan hayali figürle aynı dönemde yaşayan bir ozana aitmiş !
Aklıma ilk gelen şu; Divriğinin bir köyünde doğup öldüğü yazılan Kul Himmet Üstadım var, asıl ismi İbrahim imiş...
Türkçeyi o zamanlar nerden öğrendiyse ( maşşallahı var aynı Cumhuriyet Türkçesi gibi) esaslı şiirler yazmış!
Yaşamışsa, elbette yazmıştır, ve sazını da çalmıştır Kürd Alevilerin ayinlerinde...
Ama Kürdçe elbette.
Belki de bu adamın şiirlerini Türkçeye çevirdiler.
Ama şiirler Türkçe diline uygun kafiyelerle yazılmış.
Yani belli ki Cumhuriyet dönemi birilerine ısmarlama !
Kürdler hiç sorgulamıyorlar anlaşılan!
Nedense bu meşhur Alevi saz şairleri de hep Türkçe söylüyorlarmış.
500 sene evvel Divriği'de, Dersim'de Antep'te, Maraş'ta niye atalarınız Türkçe dinlesinler, nereden bileceklerdi bu lisanı?
Şİmdi kendine Türkmen diyen Aleviler acaba böylesini, hatta Türkçeyi biliyorlarmıydı?
Üstelik o dönemde Osmanlı, vatandaşları Kürdlerin ne dilini, ne de kimliklerini yasaklamamış...
Kürd Pir, Kürd Ozan-Dengbej mi yoktu?
Ve nihayetinde bu uyduruk figürler üzerinden kadim inancı rehin alarak, Kürd Alevilere Türklük bağlantılı resmi ideolojiyi dayatmış oldular.
Epeyi de etkilenen olmuş.
Bari siz bu vebadan muaf kalanlar, olan biteni sizler daha da donanımlı ve etkili biçimde sorgulasanız , hiç olmazsa yetişen gençlerin en azından bir kısmı bu hastalıktan kurtulma şansına sahip olurlardı.

Friday 24 December 2021

Ankara Savaşı Meselesi

İki yıl evvel not almışım, dokunmadan yayınlıyorum,

Bir kaç sene evvel Bayezid ile Timur dönemlerini çok detaylı araştırmıştım. Yani öyle ki, eğer bir akademik çalışma yapmaya hak kazanan bir öğrenci-mezun olsam, detaylı ve ilginç hususlara temas eden bir doktora tezi çıkarabilirdim. Bazı argümanlarımı bir kaç akademisyene gönderdim evvel ki sene, adamlar hayatlarında hiç duymadıkları, daha doğrusu bir biriyle bağdaştırmadıkları ve asla bağdaştırmayacakları bazı hususları tartışan birine rastlayınca, eğer gönderdiğim draftı okumuşlarsa, zihinlerinde hayal dünyası geniş bir üçüncü dünyalı emekli figüründen fazlasını canlandırmamış olmalılar ki cevap bile yazmadılar. Ama, mentorluğunu Halil İnalcık ile Cemal Kafadar'ın yaptığı ve Grek kökenli bir İngiliz genç akademisyen sonraları üzerinde durduğum hususlara yönelik bir makalesini yayınladı Academia.edu da. Artık kılavuzu Halil İnalcık ile yazdığı kitabın bibliyografisinde verdiği sayısı çok kabarık referanslardan esaslı bir kısmından alıntı yapmayıp tüm batılı akademisyenleri ahmak yerine koyan ve bu da Prof Colin İmber tarafından yüzüne vurulan Cemal Kafadar olunca, varın siz Grek-İngiliz'in performansını düşünün. Nitekim yayınladığı makalede de aynı nakaratları tekrarlayınca, ben de anladım ki okula başlamaktan başkaca çarem yoktu artık.
Gerçi Türkiye yılda 500 mü desem, 5000 mi, enternasyonal ile Turkic, yok Islam gibi konferans-sempozyum vs düzenliyor. Beyin yıkama operasyonları en bayağı cinsinden icra ediliyor. Ve malüm Türkiye Cumhuriyeti manipülasyon, yalan ve iftira da dünya çapında haklı ve kazanılmış bir şöhrete sahip. Yani diyeceğim odur ki, ağzımızla kuş tutsak beyinleri resmi Türk tarih tezlerine kiralanmış konu uzmanı Batılı akademisyenleri ikna etmek zor.
Ama işin peşini bırakmak da yok.
Bu uzun üvertürden sonra kısaca bir noktayı tartışmak istiyorum. Ankara savaşından hemen önce Bayezid'in ipi çekilmiş bile. Daha evvel yazmıştım, Timur savaş öncesi Bayezid'in ordusunda yer alan çok kalabalık Moğolları yazdığı mektuplarla kafaya almış ve bunlar da muharebenin tam ortasında saf değiştirmiş ve Bayezid'in mahvına sebeb olmuşlardı. Aslına bakılırsa sadece Bayezid değil, uzun asırlar sürecek bir yönetim sonucu yerlilerin de ipinin çekilmesinin kanaatimce bu savaşın sonucuyla ilgisi var ama bu da zaten benim bazı düşüncelerimin sonucu. Onu da zamanı gelince yazacağım.
O günlerde bir Dominikan rahibi saf saf Timur'u Hristiyanlığa ikna için geliyor. ( Herbert Adam Gibbons naklediyor, mektepli tarihçi olmamasına rağmen konu uzmanlarının tamamına mantık ve bilgi olarak uzak ara fark atıyor bence, ilgilenenler okusun derim). Timur o sırada Anadolu'nun çeperlerinde dolaşıyor ve hala Bayezid'le savaşa karar vermiş durumda değil. İşte bu Dominikan rahip kanalıyla Timur, zamanın kendisince en önemli Avrupalı monarkı olan Fransız Charles VI ya mektup yazıyor ve dünyayı paylaşmayı öneriyor. Bana sanki İlkhan dönemi bazı Khanların Avrupalılara mektup göndermesini çağrıştırıyor. Tabi bu arada karşılıklı hediyeler gidip geliyor ve Timur ile Cenevizliler karşılıklı elçilik kuruyorlar. Öyle ki, Cenevizliler İstanbul Pera'da Timur'un bayrağını bu dostluğun şerefine Galata Kulesin de dalgalandırıyorlar. Ceneviz elçisi bu arada Timur'a Bayezid'in yok edilmesinin gereklerini açıklıyor. Dostluklar öyle bir ilerliyor ki, Castilla kralı ( İspanyol olmalı) bile Timur'a iki elçi gönderiyor ve bunlar meşhur Ankara Savaşını Timur'un çadırından izleme şerefine nail oluyorlar ( p. 259).
Bayezid'in savaşı kaybetmesinin bir sebebi Moğol kalleşliği ise, diğeri de her nasılsa Bayezid'in kibirli ve akılsız davranışından kaynaklanan yorucu ve beyhude askeri hareketlilikler olmalı.
Ve bir de asıl susuzluk !
Mısır Sultanı Barkok'un tarihçisi Abu'l-Mahasin'e göre Bayezid yakalanmadan evvel ordusunun yarısı susuzluktan perişan olmuştu bile (p. 261).
Niye acaba ?
Ezberci TC tarihçileri ile Batılı akademisyenler savaş alanını hala ve hala tesbit edememiş durumdalar.
Bazı fikirlerim var bu hususta ve bana kalırsa muharebe alanı Çubuk Ovası falan değil.
Çok ilginç bir yer.
Umarım bunu yazabilecek durumda olurum.