Saturday 11 November 2017


Trabzon'dan Dersim Dujik Dağlarına  Yolculuk ve Reşid Paşa’nın Kürdleri Azaltma Operasyonuna Dair Not,

1835 yılında zamanın Britanya Erzurum Konsolosu James Brant,’’Journey Through a Part of Armenia and Asia Minor, in the Year 1835,’’  başlığıyla bir makale yazmış, ve 7 Temmuz 1836 da yayınlanmış.
Aslında bunu, zamanın Britanya İmparatorluğu  için hazırlanmış  bir resmi rapor olarak nitelemek te  mümkün.

Makale kırk sayfadan oluşuyor. Yolculuk yaptığı Anadolu ile Kürdistan’ın bölümlerinde hazine değerinde bilgiler sunuyor. Dersim bölgesi için de çok önemli hususlara değiniyor, bir kaç  isim  veriyor ki, bizler uzun zamandır bu bilgilere susamış biçimde tartışıyoruz.
Makalenin her satırı kıymetli; amacım esasen Kürdlerle ilgili kısımlar üzerinde, o da sadece Dersim hattıyla ilgili olarak, kısaca durmak.
Bu sebeble de Diyarbakır’dan Malatya, Sivas,Kayseri, Yozgat, Tokat vs de isimleri sıklıkla  zikredilen geniş Kürd yerleşik/göçebe / yarı-göçebe aşiretlere dair notları  makale dışında tutmam gerekiyordu.Zira bu husus,II.Mahmud döneminde başlı başına ele alınması gereken  muazzam bir alan.
Ama kırk sayfalık makalede o kadar çok Kürd kelimesi geçiyor ki, bu sebeble bazı örnekleri en başta ve makale girişinde vermek icabetti. Bu vesileyle de  konunun önemi  ve araştırılmasının gerekliliğine dikkat çekmiş olabileceğimi sanıyorum. 

Mesela Konsolos şöyle yazıyor  Kayseri ve Kürdler için:

‘’Kayseri is the principal commercial mart in the central part of Asia Minor;its natives are remarkable for  their enterprise and activity,and they are found assidously following their pursuits in the remotest corner of the empire.Of late years the importance of the place has very much declined, owing to the insecurity of the country on account of the Kurds.’’

-’’Kayseri Orta Anadolu’nun ana ticaret merkezi /pazarı durumunda. Kayserililer kayda değer   ticari aktivite ve girişkinlikleriyle, imparatorluğun en ücra köşelerin de bile yılmadan işlerini takibederken görülebilirler. Son yıllarda Kayseri’nin önemi , Kürdler’den kaynaklanan güvenlik sorunları  sebebiyle, iyice azaldı.’’

Evvela, Kayseri’de , etrafında yoğun bir Kürd nüfus olduğunu öğreniyoruz Konsolosun sayesinde. Çok  ilginç addettiğim  bir hususu  vurgulamak istiyorum.
Konsolosumuzun  makalesinde her adı geçtiğinde Kürdlere  yönelik adapte ettiği ve rapor boyunca farkedilebilecek menfi  tasvirler ,kanaatimce bir trende işaret ediyor ; mesela aleyhine berbat nitelemeler yapılan bir halk/topluluğa yönelik bu değerlendirmelerin kaynağı, başkaları. Kürdlerle hiç konuşmadığını da makalede öğreniyoruz.Mesela Yozgat-Kayseri arası  arazilerin boş bırakılmasının müsebbibi olarak ta Kürd aşiretlerini işaret ediyor.Hatta öyle ki Yozgat- Kayseri arası iki defa Kürdlerin arasına düşüyor. O sırada göçebe/ yarı-göçebe  Kürdler, sürüleriyle ilkbahar göçündeler. Ama bu çok negatif sıfatlarla  betimlenen   Kürdler, kendilerinden umulanın tersine Konsolosu soyup soğana çevirmediklerinden, bu ihtimalden  çok korktuğu anlaşılan  James Brant’ı hayal kırıklığına uğratmış görünüyorlar. 

Konsolos, başka bir alan olan Tokat ve  doğusuna doğru ve de Karadeniz’e paralel bölgeler den , Erzuruma giden  dahil ,tüm bu hattın da  Kürdlerin bir başka göç güzergahlarından  olduğunu belirtiyor.
Mesela Niksar’dan itibaren başlayıp,doğuya doğru Şebinkarahisar, Giresun’un dağlarından Shirwan bölgesi, Gümüşhane ve dağlık alanlar ile ‘’Armenia’nın’’  merkezi steplerinde Türklerden az sayıda olmayan, ve  farklı aşiretlerden müteşekkil Kürd  varlığına dikkat çekiyor.( İngilizlerin Osmanlının sosyal dokusunu  yorumlama trendine  göre, aksi net olarak belirtilmedikçe, her Müslüman veya Müslüman sanılan, Türk telakki ediliyor gibi).
Mevsime göre de Kürdlerin bu bölgede dağlardan ovalara,her tarafta, sürüleri için otlak aradıklarını kaydediyor.
Dolayısıyla da ortada mevcut (Kürdlerden kaynaklanan) bir güvenlik sorununa dikkat çekiyor

Ve yazarımız, Osmanlı’nın bu göçebe/yarı-göçebe Kürdler için geliştirdiği  katliamların işareti ve aslında,o  an itibariyle askeri operasyonların başka bölgelerde yürürlükte bulunduğunu,  aşağıda ki  satırlarla ima ediyor :

‘’ They are warlike,always wear arms,are addicted to plunder, and have been , until lately ,scarcely more than nominally dependent on the Sultan.İt is the object of Reshid Mohammed Pasha’s operations to reduce them to a more complete obedience.’’

-’’ (Kürdler) savaşçı, her daim silahlı, yağmayı alışkanlık haline getirmiş ve hatta son zamanlara kadar, güç bela, o da sözde olarak Sultan’a tabiydiler.Bu ise, Mustafa Reşit Paşa’nın ( zamanın en önemli elçi ve sadrazamlarından) Kürdleri  ‘’sayılarını azaltarak’’ boyun eğdirme operasyonlarının amacını teşkil ediyordu.’’

Mustafa Reşid Paşa’nın Kürdleri nüfuslarını azaltarak boyun eğdirme projesi ve askeri operasyonları, muhtemel Alman hatta İngiliz, varsa diğer halklardan sağlanan lojistik ve yardım, incelenmeye değer bir konu olmalı.

Bu arada yazar, Türkmenlerden de bahsediyor, çok ilginç ve üzerinde düşünülmesini gerektirecek ölçüde dikkat çekici bir belirlemesi var: ‘’Besides the above ,there are  in various parts of Asia Mİnor a few tribes of Turkomans,the remnant of the conquerors who overran the country.They still preserve their pastoral habits, and very much resemble the Kurds.

-’’Yukarıdakilerden başka,Anadolu’nun muhtelif kesimlerinde ,ülkeyi boydan boya istila edip fethedenlerden arta kalan bazı Türkmen aşiretleri de mevcut. Hala çobanlık alışkanlıklarını muhafaza ediyorlar, ve Kürdlere çok benziyorlar.’’

Türkmenlerin Kürdlere , bir de çok benzemeleri ifadesi üzerinde de durmak gerekir. Kanaatimce ‘’resemble’’  kelimesi  kontekstte, hem fizyonomi, hem de  gelenek ile alışkanlıklara atfedilen bir ‘’benzeme’’ tanımlamasına işaret ediyor.
Osmanlı egemenliğinde ki topraklarda Kürdlerin ,Türkmenleri, yani hem de  göçebe olup geleneklerini yerleşik soydaşlarına nazaran ( eğer var idiyse)  çok daha sağlam koruyabilen Asyalı bir kavmi, asimile edip kendilerine benzetmeleri biraz uzak ihtimal gibi görünüyor. Karışım elbette olmuştur, oldu da. Ama kontekste  bakıldığında Türkmen ismiyle adlandırılanların , asimile olan ve Türkleşen  Kürdler olabilecekleri  izlenimi doğuyor.

Bu araştırma gerektiren alana da el atılması gerekiyor gibi.

Kürdlerin bizzat kendilerinin, şehirli,köylü ve göçebe ,ne denli büyük bir nüfusa sahip oldukları, tüm coğrayada bulunmaları ve yayılmışlıkları ,ve bu gerçeğin Osmanlı başta, zamanın mesela İngilteresini bile  tedirgin ettiğini anlayamamaları ve kendilerini  fark edebilmelerini sağlayacak  politik aparatlardan   yoksunlukları da dikkat çekici.

Şimdi artık  Konsolosumuzun Trabzon’dan başlayarak, Lazistan’ın Batum ile Gürcistan içlerinden Ardahan-Kars-Erzurum -Erzincan ve Dersim Dujik Dağlarına uzanan kısa serüvenine, daha da  kısa özetlerle bakabiliriz.

Yazar yola çıkacağı  Trabzon’dan bahsederken, bize kısaca şu bilgileri veriyor : ‘’ Trabzon’da çok sayıda kilise mevcut. Camilerin neredeyse tamamı, Kiliseden çevrilme. Bunlar içersinde en ihtişamlı olanıysa, şehrin bir mil kadar batısında bulunan Saint Sophia.Dış cephesi hala iyi muhafaza edilmiş durumda. Her ne kadar camiye çevrilmişse de,Müslümanlarca pek kullanılmıyor.’’

Trabzon ‘da yaşayan  25-30,000 arası bir topluluğun bulunduğu, ve Greklerin 3500-4000, Ermenilerinse 1500-2000 arası bir nüfusa sahip olduklarını naklediyor.Kalanı ise Müslümanmış.Elbette bu rakamlar, sadece şehir içini yansıtıyor. Hristiyan olsun, Müslüman olsun, şehir sakinlerinin Avrupalılara karşı hiç te dostane davranmayıp,çok kaba,cahil ve bağnaz olduklarını yazıyor.

Trabzon’dan Avrupa’ya ‘’ tütün, bal peteği, fındık,bal ve kırmızı fasülye ( barbunya olmalı),’’ ihraç ediliyormuş.

Yazarımız gemiye biniyor ve ‘’Yomurah, Sürmenah, O’f, Rizah ve Lazistan’ı’’ geçiyor. İsmi geçen yerleşim alanlarının, O’f haricinde, Lazistan adı altında zikredildiği,ve  halkına da Laz  dendiğini , O’f’luların ise  Lazlardan farklı gelenek ve alışkanlıklara sahip olduklarını anlatıyor.Yazar bir sonraki sayfada, O’f’un sahile kıyısının az olmasına rağmen, iç taraflar da çok geniş bir alana yayıldığı, Joruk’a ( Çoruh olmalı) kadar uzandığını naklediyor.Bu halkın alışkanlıklarının Mora’nın Maina bölgesini andırdığı, ve aileler arasındaki kan davalarının babadan oğula geçtiğini, varlıklı ve güzel kasabalarda,dağlık arazilerde  yaşadıklarını, aslında barışçıl olduklarını ,işleri güçleriyle uğraştıklarını belirtiyor.

Konsolos James Brant, Batum’dan , Ardahan’a doğru yola koyulduktan  sonra, tanıştığı ve gözlemlediği Gürcülerin güzel görünümlü insanlar olduklarını, bölgelerinde hiç Türkçe konuşulmadığını naklediyor. Lazlardan da bahsediyor. Ve  muhtemelen dağları gerisinde bırakarak ağaçsız bir bölgeye ulaşıyor. Burada ‘’Armenia’’nın yer altı evleri ve sakinleriyle karşılaşıyor.Bu  halkın sadece Türkçe konuştuğu ve Ermeni soyuna ait olduklarını yazıyor.

Ruslarca tahrip edilen Ardahan’ın da evlerinin yer altında olduğunu hayretle öğreniyoruz. Daha sonra,ulaştığı Kars’tan  yola çıkıyor.Son savaş öncesi  Ermenilerin etrafı büyük ölçüde boşalttığı ve Ruslarla birlikte gittiklerine  değinen yazar, Kars sonrasında da bir çok köy gördüğünü, bir tanesinin Ermeni, kalanın ise Türk  olduğunu naklediyor.

Erzurum Pasinler düzlüklerinde yerleşik bazı Kürdleri görüyor.Bunlar, bulundukları noktadan öteye göçmüyorlarmış, ve de saldırgan değillermiş.
1827 yılında nüfusu yaklaşık 130,000 gibi büyük bir nüfusa sahip olan Erzurum ise, Rus işgali sonrası, yazarın ifadesine  göre 15,000 civarına düşmüş. Bir çok Ermeni Erzurum’u terkedip, Ruslarla gitmiş.
Yazar elbette Kürdlerden bahsetmiyor. Zira okuduğum hemen tüm uzman Batılı akademisyenler ile görevlilere göre, şehirli Kürd pek bulunmadığından, Erzurumun Rus işgalinde en büyük zararı gören kesiminin, Ermeniler dışında, Kürdler olabileceği hiç te hesaba katılmıyor.

 Konsolos Brant , Temmuz ayı başında, ‘’Meme-Khatun’’ nehrinin Kara Su ile birleştiği mıntıka da kurulu Tercan etrafına geliyor. Yazara göre bu sulak ve verimli düzlükte 40 kadar köy bulunuyor ve tamamı da Türkmüş. Aralarında tek tük Ermeniler varmış.

Ve nihayet geliyoruz  Tercan ile Dersim ve Dağlarına.

Çok önemli bir toponym, dağ ismi  veriyor yazar, evvela İngilizce pasajı aktaralım:’’ The people complained much of the predatory conduct of the Kurds , who live in the Dujik Mountains , which border the plain on the south, to whom they attributed the desolate state of the country .No cattle can be left out at night;all grain reaped must be housed before night, for both cattle and grain found in the fields are carried away by the Kurds.’’

-’’Vatandaş, ovaya ( Tercan) güneyden sınır Dujik dağlarında yaşayan ve bölgenin perişan halde bulunmasının müsebbibi gördükleri Kürdlerin yağmacı davranışlarından şikayetçiydi.Sığır gece dışarıda bırakılamazdı;hasadı yapılmış  tahılın tamamı gece olmadan depolanmalıydı, yoksa dışarıda bulunan bütün tahıl ve sığırı(davar) Kürdler kapıp götürürlerdi.’’

Bir başka paragrafta,  Tercan-Erzincan arasındaki ovaya karışan ve kuvvetli geçitleriyle kolaylıkla korunma sağlayan dağın da,  Dujik dağlarının bir parçasını oluşturduğu ve burada da Kürdler in yaşadığını naklediyor. Ve devam ediyor:

‘’Dujik Dağlarında sadece,kışın köyde oturan ve tarımla uğraşan Kürdler yaşıyor(...) Sultan’a hiç bir  katkıda bulunmuyorlar.Öte yandan da  rastladıkları her yolcuyu katkıya zorlama (soyduklarını ima ediyor) fırsatını kaçırmıyor, ve komşularını sürekli yağmalama alışkanlığını da sürdürüyorlar.Çok güçlü iki aşiret ismi veriyor, biri  Şah Hüsein ve diğeri de Balabanlı.

Konsolosa verilen bilgiye göre, her biri, 4000-5000 arası adamı, çoğu yaya olmak üzere, alana sürebiliyor bu iki Kürd aşireti. Güney taraflarında yaşadıklarından dolayı her hangi bir detayına vakıf  olmadığı bir çok aşiretin daha Dujik Dağlarını mesken tuttuğunu naklediyor.

Dujik Dağı, Konsolosun verdiği haritaya bakıldığında  Arapgir ile Keban’ın doğusundan başlayan, kuzeyden Karasu tarafından boydan boya adeta paralel sınırı çizilmiş,Eğin, Kemah, Erzincan ve Tercan’ın güneyinde uzanan bir silsile. Tercan etrafında Karasu ile birleşen Mamakhatun ( haritada böyle yazıyor) ırmağı da, Dujik Dağın’dan yola çıkıyor. Dağın yeni ve mevcut  ismini bilmiyorum.İşte tam kuzey doğu ucunda, Tercan atrafındaki ovaya  güneyden bakan kesiminde, yukarıda da  belirtildiği gibi,Şah Hüsein ve Balabanlı aşiretleri yaşarmış.

 Dujik ismi/kelimesinin etimolojisininden  evvel, dağ silsilesi ve ismi geçen aşiretlerden Balaban’ı kısaca tartışmak istiyorum. Burada Balaban  isminin aslen  Balawan olması gerektiğine dair düşüncelerimi paylaşacağım.
Osmanlıca bazı belgelerde  Balaban biçimi tercih edilmiş. Zira Türkçe olduğuna inanılmasının, muhtemelen Osmanlı hanedanına Türk soy seceresi biçme’de ufak’ta olsa bir katkıda bulunacağı hesab edilmiş olunmalı.
Halbuki, kelime  Persçe görünüyor.
Bu karmaşa, Persçenin Osmanlı kuruluşunu müteakip, ve uzun süre resmi lisan olmasıyla doğrudan alakalı.
Balaban isminin  sonuna,  Türkçe   +lı takısı ilave edilmiş ki, kelimenin Türkçe olmuşluğu duble tescillenmiş olsun. Gerçi James Brant  konuştuğu Osmanlı görevlileri ile Türkler ve Ermeniler yerine, Balaban+lı ismini bu aşiret mensubu bir Kürde sormuş olsaydı, alacağı cevap, Balaban(Balawan) ya da Balabani (Balawani), olurdu... Balaban+lı değil.
Ama, belli ki Osmanlı yönetimleri, İttihatçılardan bir asır evvel bile kelimelerle , toponimle oynuyormuş.

Şimdi bu durumda Balaban’ın sırrını çözmek için evvela  bir Bala kelimesine bakalım.Bu kelime  hem Persçe, hem de Kürdi de aynı.
Bala ; up (yukarı), upwards( yukarıya doğru), on high (yüksek yerde) . Avestan ,’’barezah= height ( yükseklik.)’’
Türkçe’de ise, Bala:ETü bala, kuş ve hayvan yavrusu < çoc ,
Balaban kelimesinin yukarıda da belirttiğim gibi muhtelif  sebeblerle Türkçe olduğunu iddia edenler mevcut . Fakat kuş yavrusu ve çocuk anlamına gelen Bala’nın  sonunda ki +ban , açıklanamıyor. Dolayısıyla Balaban’ın  Türkçe olduğu iddialarını tamamen bir tarafa itiyoruz.

Belirleme yapabilmek için de, +ban soneki/kelimesinin  anlamına  bakmamız gerekiyor..

Ban, Persçe’de ‘’keeping ( tutmak,elde tutmak, muhafaza etmek vb.)’’ ile ‘’managing ( idare etmek,yönetmek, yola getirmek vb),’’ anlamlarını veriyor eklendiği kelimelere.

Elimizde şöyle örnekler var ;  shutur-ban ‘’ a camel-man ( deveci) ; bagh-ban ,’’ a gardener ( bahçeye bakan, ya da bahçevan- bu Kürdçedir).

Dolayısıyla Balaban Persçe’de ‘’yukarıyı, üstü tutan, yukarıyı idare eden, elinde bulunduran ,bakan’’ gibi anlamlar verebilir.

Ve  Persçe’de Balaban kelimesi için ‘’kartal’’ anlamı verilmiş.

Kürdçe’de ise , Persçe +ban’ın karşılığı, +wan kelimesidir ve, ‘’ a keeper (tutan,elde tutan, muhafaza eden, bulunduran vb.) yanında bir de ‘’pertaining to ( ile mahsus olmak, ait olmak, alakalı olmak,münasip olmak vb.) anlamlarını kelimeye yüklüyor.

Mesela Türkçe’de bulunan ve sözlüklerde Persçe  ilan edilen , aslında Kürdçe olan kelime, Bahçevan da olduğu gibi. Bahçe  kelimesine +van soneki geldiğinde , bahçeye bakan, elinde bulunduran, yöneten, tutan vb.,anlamlarını sağlıyor.

Bir başka örnek olan  Derge, ‘’kapı, kapı önü,bahçe kapısı’’ kelimesine +wan geldiğinde, Dergewan ,’’ gate keeper= kapıcı,’’ anlamını veriyor.

Yine, Ga , inek demek. Ga+wan , gawan ise ‘’sığır çobanı’’  hatta Amerikan tabiriyle ‘’cowvoy-kovboy- sığırtmaç’’ anlamını veriyor. Aynı kelimenin Persçesi ise Ga+ban, Gaban oluyor.

Yukarıda verdiğim Persçe ile Kürdçe arasındaki  farka istinaden, bu kelimenin orjinalinin  Persçe formu Balaban değil, Kürdi olan Balawan olması gerektiği, ve kayıtlara yanlış geçtiğini söylemek mümkün görünüyor..

Asimilasyon sebebiyle unutulmuş bir yırtıcı kuş ismi, hatta Türkçe ve Kürdçe’de de bulunan Arapça eşkiya kelimesinin yok olmuş Kürdçe bir karşılığı da olabilir.

Mamafih,hangi lisan olursa olsun, tüm Dersim yanında Balaban aşiretinin de  Kürd olduğunu bizzat yazarımız 1835 yılında bu aşiretin mensupları olan Kürdleri sürekli şikayet eden Türklerin , Osmanlı yönetimi ve de muhtemelen Ermenilerin ağzından naklediyor.

İsmini dağa veren ( James Brant’a göre sıra dağ) Dujik ise hali hazır da kutsal figür ve ismi muhtelif versiyonlarla söylenen ‘’Bawa Duzgı’’ nın orjinalidir.
Etimolojisinin tesbiti  ise Balaban’a kıyasla  daha az zahmetli görünüyor. Kelime kesinlikle Tujik. Osmanlıca, Türkçe ile  Arapça alfabenin kullanımında  bizzat Persçe’de ve hatta Kürdçe’nin de kendisinde T/D ses ile harflerinin yazımında karışımları  söz konusu olabiliyor.

Yani Tuj/Duj, ( hatta hemen aşağıda görüleceği gibi Tej / Tij)  aynı kelime.Zaten telaffuz’da da  belirgin bir farklılık yoktur.

Tuj , kurmanci Kürdçesinde şu anlamları veriyor: 1) sharp (knife) , ‘’ keskin( bıçak keskinliği gibi,)  ; 2) hot,spicy ( baharat acısı,baharat) ; 3) severe ( sert, haşin, şiddetli ; fazla ciddi; kasvetli).
Ayrıca Zazaca’da ‘’tün ‘’, Hawrami’de ‘’tej’’, Sorani’de ise ‘’tund’’ ile ‘’tij’’ formları mevcut.

Soane ise Tuj yanında Tij formunu da veriyor.

Tuj kelimesi , +ik takısıyla  Tujik formunu alıyor. Takının kendisi, aidiyet, bağ ve mensubiyet ile +nin anlamlarını  ‘’appertaining to ; of ,’’  sağlıyor.

Burada dikkat edilmesi gereken, +ik sonekinin küçültme sıfatı olmadığıdır.

Tujik kelimesi anladığım kadarıyla dağın haşin,  yer yer bıçak gibi keskin ve sarp kayalıklara,  sahip olduğuna vurgu yapıyor.
Sarp anlamını veriyor gibi.
Hatta kanaatimce Dujik Dağında bulunan kutsal mekan Bawa Duzgi ( orjinali Dujik/Tujik olmalı bundan sonra) için Dersim’de Kırmancki ( Zazaki / Dımıli) lisanı/lehçelerini  konuşan Kürdler,Dujik Dağına veya aslında Bawa Dujik’in kutsal mekanının olduğu Dujik’te ki sarp ve haşin kayalık alanı, ‘’Kemere Duzgı ‘’ , yani ‘’Duzgi kayalığı, Duzgi taşı ‘’ biçiminde anıyorlar.

İsmi Tujik/Dujik iken , asimilasyon sonucu,Duzigi-Duzğı-Duzgın  ve giderek iyice Türkçeleşmiş ve hatta Düzgün biçimini dahi almış olan kelimede ki  karmaşanın  sorumlusu elbette halkın kendisi değil.Bu insanların  tarihleri, inanç ve lisanlarıyla bağlarının kopartılması uğruna   dağlardaki bir küçük pınara varıncaya kadar, tüm toponiminin  ısmarlama ve uydurma isimlerle değiştirilmesi, problemin kaynağı görünüyor.

Bazı  tekrarlarla  birlikte toparlamaya çalışayım.Etimolojik çalışmaların zorluğu ve de bazen hiç bir olumlu sonuç vermeyeceği de biliniyor.Her derde deva bir reçete olmadığı da. Ama burada, Tujik’te olduğu gibi, sağlam kaynaklarla üzerine rahatlıkla belirleme yapılabilecek bir kelime mevcut. Balaban ise, üzerinde ‘’ideolojik’’ projeler yapılmış ve oynanmışlığı, kelimeye eklenen +li Türkçe sonekinden de belli oluyor esasen. Ama yine de, Balaban’ da Persçe +ban sonekinin mevcudiyeti , kelimenin orjinal formunu tartışabilmemizin önünü  açıyor.Bir de çok büyük önemi haiz 1836 tarihli Britanya İmparatorluk devlet raporu mevcut elimizde.

Netice itibariyle Balaban şahsında , Dersim ve geniş bir coğrafyadaki  ki Alevi Kürd aşiretlerini Türkmen adı altında  tanımlayan   projeler ve söylemlerin gerçekleri yansıtmadığını da farketme imkanımız doğmuş oluyor. Her kim ki Dersim’li bir aşiret mensubuysa, Britanya İmparatorluk devlet raporunda da zikredildiği ve kaydedildiği gibi, belli ki Kürd görünüyor.
Sadece Dersimle sınırlı değil, makalenin nakletmediğim bölümlerinde de aynı sonuçla karşılaşmak  mümkün.

Burada dikkat çekici bir noktayı da belirtmem  gerekiyor.

Dersim ismi , makale/rapor’da hiç geçmiyor. Sadece Dersim değil, Munzur Dağları ismi de yok.
Şehir, kasaba, ırmak ve Tujik/Dujik başta, dağ ile Balaban ve Şah Hüsein isimli iki Kürd aşiret isimi geçiyor. Dujik Dağların da  daha çok sayıda Kürd aşiretlerin varlığı naklediliyor.

Öyle anlaşılıyor ki Konsolos Brant, hiç bir Kürdle, aşiret lideri, dini temsilci , veya sıradan vatandaş olmak üzere, görüşmemiş.İşte kanaatimce bu sebeble de notları ve raporunda Dersim ile  Munzur isimleri yanında, Kürdlerin  inançlarına dair de tek bir bilgi kırıntısına rastlanmıyor.
Munzur ismi geçmediğinden, bu isimle anılan  dağ silsilesi de Dujik olarak kaydedilmiş görünüyor.

Kürdler  hep negatif  tasvir edilerek , devasa ve yerleşik Balaban ve Şah Hüsein gibi aşiretler, sıradan  davar  ve buğday hırsızları düzeyinde ele alınmış.Yozgata kadar tüm göçebe/yarı-göçebe ve  davar/sığırlarını otlatmak için aileleri ve çadırlarıyla gezinen Kürd  aşiretleri de kap kaççı, hırsız sıfatlarıyla betimlenmiş.
Kürdler arasında , hele o dönemlerde namlı soyguncu, hırsız, eşkiyanın her türünün olduğu zaten biliniyor.Ama bu negatif sıfatlar, sadece Kürdlere mahsus değil di sanırım.

Ama her şeye rağmen, bu tür kaynakları okuyup, üzerine değerlendirmeler yapabilmeyi hayal bile edemezdim, son beş yıl öncesine kadar.

Bu sebeble, bir asır evvel ölmüş James Brant’a da, raporunu okuyucuya  orjinaliyle oynamadan sunanlara da şükran borçlu olduğumu belirtmeliyim.

Kaynaklar:

-James Brant,Journey Through a Part of Armenia and Asia Minor, in the Year 1835,

-Kurdish-English Dictionary,Michael L.Chyet,

-Grammar of the Kurmanji or Kurdish Language, Elly Bannister Soane,

-Redhouse İngilizce-Türkçe Sözlük,

-Persian Grammar,A Concise Dictionary English Persian by Le Strange, G.

-Redhouse Türkçe-İngilizce Sözlük,

-Nişanyan On-Line sözlük,

-A Dictionary Of The Persian And English Languages by Fazl-i-ali, Maulawi,

Cem ve Cem Evi İle Pir Sultan Abdal Alevi Dünyasının Orjinal Kavramlarımı?



Re/Rea Yol inancı/Alevilik'te geçen yüz yıl, hatta Cumhuriyetten önce, mesela Sivas-Malatya-Yozgat-Dersim-Antep-Maraş-Çorum ve bir çok bölgede , 'Cem' ve Cem Evi  gibi kavram ve kurumların mevcut olup olmadığının  sorgulanması gerekiyor.
Diğer bir deyişle , sorgulanması gereken bu iki isimle ifade edilen kurumlar  ve ritüeller değil.
Cem ve Cem Evi isimleri varmıydı ?
Yoksa birilerince sonradan mı icad edildi ve asılları unutturuldu?
İkinci şıkkın doğruluğunu kısaca tartışacağız.
Hele bir de cem kelimesinin anlamını öğrendikten sonra.

Cem kelimesi Arapça ve Ferit Devellioğlu Osmanlıca lügatine göre aşağıdaki anlamlara geliyor :'' l . toplama, yığma. 2. birden fazla insan, hayvan ve eşyayı gösteren isim. 3. a. gr. çoğul.''

Bunlara tek tek bakalım, 

1-) Toplama ve yığma. 
Yani, evinizin önüne, varsa deponuza , toprak veya gübre, veya buğday vb yığabilir, tavukları da kümeste toplarsınız. Velhasılı bunları cem  edersiniz.

2-) Birden fazla ve insan dahil her hangi bir şeyi gösteren isim.
Mesela ''elimde şu an ceman  beş adet bilet var'' gibi. Mesela ''meydanda yüz kişi cem oldu,''  gibi.

3-) Gramer'de çoğul anlamında . Mesela, ''uyutulan''  kelimesinin cemi, ''uyutulanlardır''.

Ayrıca cami de aynı kökden gelir.

Bu kelimede  Alevilerin inançları gereği zaman zaman oluşturdukları  özel amaçlı bir topluluk ile   huzurunda  semah dönmek, mensupların muhakemesi, anma ve dini ritüellerinin pratiği  ve muhtelif  toplantılarını  çağrıştıran, tarif eden , o tariflere yönlendirecek anlamlar pek görünmüyor.

Oysa  yine Arapça kökten gelen cemaat kelimesi,  sosyal, dini , kültürel ve ekonomik aktivitelerinde insanların bir araya gelmelerini esas alıyor :''1. insan toplulukları. 2. imamın arkasında namaz kılanlar. 3. bir mezhepten olan topluca halk,'' anlamlarını veriyor.

Dolayısıyla yukarıda  zikredilen ve  cem ile aynı kökten gelen cemaat kelimesinin , Alevi Re /Yol inancının sosyal dokusunu temsil eden belli başlı aktiviteler, yani  ''insanların bir araya gelmeleri, inanç ve ritüelleri,''  göz önüne alındığında, cem kelimesine kıyasla anlamı daha uygun ifade ettiği  farkediliyor.

Buna rağmen 'Cem' kelimesinin tedavüle sokulmasının sebebleri var elbette.

Kurmanci Kürdçesin'de Re/Yol/Alevilerin , mevcut tarifiyle  cem için bir araya gelmelerine civat deniyordu.
Civat, Arapça cemaat kelimesinin Kurmanci Kürdçesinde aldığı form olarak geçiyor aşağıda verilen  kaynakta. Bu kelimenin Arapça cemaat'in Kurmanci formu olduğuna dair lügatlerdeki yerleşik kanι tartışma gerektirebilir, ama şimdilik bu konuyu bir tarafa bırakalım.
Kırmancki/Zazaki, Dımıli ve Sorani'de ise cemat ( cemaat kelimesinin yerel bir formu) kavramı kullanılıyordu.

Michael L. Chyet'in 'Kurdish-English' sözlüğü s.92 de civat kelimesi için verilen anlamlar:
1. society (toplum, cemiyet, halk).
2. group; association; assembly (heyet, topluluk,küme; birlik, cemiyet, arkadaşlık; toplantı, meclis, kongre).
3. meeting , gathering (toplantı,birleşme,toplanma; topluluk).

Cem ve  Cem Evi kavramlarına bakınca görünen o ki,  civad ve cemat kavramları toplulukların hafızalarından kazınmış. Yerine  cem ikame edilmiş, yetmiyor , bir de ev kelimesi işin içine katılarak, 'Cem Evi' kavram ve kurumu icad edilmiş.

Civad / cemat kavram ve kurumu, asırlar boyu varlıklarını çok çetin şartlarda sürdüren Alevi Kürdlerin  sözlü kayıt ve ortak hafızalarının kaynağı ve  en önemli parçası olan birlikteliğin arenasıydı.
Türkiye Cumhuriyeti  Devleti  müdahale ederek inancın sosyo-genetik kodlarıyla oynadı. Bunu gerçekleştirmek için de  temel kavramları bozmanın ilk adımı olarak mutad  şiddet ve asimilasyona başvuruldu.
Kürd Pirler Elazığ, Malatya, Sivas, Çorum, Tokat, Yozgat, Amasya, Antep,Maraş ,Ankara vs de karakollara, askeri garnizon veya jandarma komutanlıklarına çağrıldılar, tehdit edildiler, sakalları çekiştirildi.
Onlar Kürd değil, Türk olacaklardı, bu kadar basit.
Harput mal/hayvan  pazarına davarını getiren Alevi Kürde, konuştuğu her Kürdçe kelime için 25 kuruş ceza kesiliyordu. Zaten koyunun ortalama fiyatı da o kadardı. Bu şiddetle, hem Harput( ve tüm Alevi yerleşimlerinin)  mal pazarının ticaret, hem de köylü ve çoğunluk alıcının lisanı olan Kürdçe'ye ağır bir darbe vurulmuş oldu.
O da yetmez ,uydurma  anekdotlar ve yaşamamış şairler ile  kendilerine mal edilen ısmarlama ve  tercüme şiirler piyasaya sürüldü. Bu senaryoya, İttihatçı seleflerinin alt yapısı çürük Türklük tezleri elden geçirilerek bin bir dezinformasyonla makyajlanıp,  akla hayale gelebilecek, daha doğrusu gelemeyecek türden manipülatif düsturlarla harmanlanarak ilave edildi. İnancı tüm veçheleriyle tahribe yönelik uyduruk kavramlar ve hayali figürlerin düzmece  hayat hikayelerinin Aleviliğin ana zihinsel arterlerine devlet zoruyla enjektesi böylece başarıyla gerçekleştirildi.
Tüm bunların üzerine  politik iklimin gidişatına uygun olarak, piyasaya ''Cem Evi'' ikamesi pek zor olmasa gerekti.

Daha farklı bir söylemle, Re Haq/Alevi toplulukların 1300 yıldır İslama karşı direnerek muhafaza edebildikleri sosyo-kültürel ve teolojik dokuyu bozmak için öncelikle mevcut olmayan Türkmen Alevi  ile hiç yaşamamış  Pir Sultan Abdal gibi figürler icad edildi.
Aslında bu kadar özensiz bir uydurmanın, bu denli itibar görmesi de akademik bir çalışmaya konu olmayı hakkediyor.
Pir Sultan Abdal'ın Abdal'ını servet teklif edilse bile bir Türkmen-Yörük köylüsü Aptal harici telaffuz edemez(di).
Yani mevcut  'Aptal'  kelimesi zaten Arabi 'Abdal'ın' Türkmen-Yörüklerce  söylenişidir.
Totoloji yaparak bir daha belirteyim; bir Türkmen ya da Yörük köylü, Osmanlı kaynaklarında transkribe edilmiş Abdal kelimesini, karşılığında kendilerine  milyar dolar teklif edilse dahi Abdal olarak telaffuz edemezler.
Aptal derler.
Ve zaten de kelime aptal olarak mevcut, 'Abdal' değil.
Dolayısıyla güya 500 yıl evvel yaşamış bir Türkmen olan Pir Sultan Abdal'a kendi soydaşları 'Aptal'  diyebilirlerdi ancak, zira lisanları öyle.
Heceleyerek yazalım ; ''A+bd+al 'ın''   -bd sini Türk, -pt söyler.
Abdal değil, Aptal der.
Türkler,  ve bazı diğer Asyaik topluluklara has linguistik bir fenomen bu.
Mesela Arapça RamaDan kelimesine Pers ve Kürd lisanlarında RamaZan denir.
Nedense Türkçe de öyle olmaması gerektiği halde, aynı form kullanılıyor.

Velhasılı Türkmen, Yörük ya da benzeri toplulukların  'Aptal' isimli ya da sıfatlı şahıslara itibar ettikleri, edebildikleri ve edebileceklerini Türk soyundan olmayan 'Türk nasyonalistleri' ile Kürdler kabullenirlerdi.
Ntekim olan da budur. 
Cumhuriyet aydını muhacir Türk, uğruna sahte destanlar ve menkibeler yazdığı Türkmen-Yörükler hakkında hiç bir bilgiye sahip değil.
Aynen Yakub Kadri'ye,  Haymana'ya gidip te kendisini dinlemeye gelen köylülere ''Türklükten'' ateşli biçimde bahsederken, kendilerine Türk denildiğini duyan köylülerin koro halinde ve spontane  ''estağfurullaaah'' cevabını yapıştırmaları da  çok önemli bir örnektir.
Zira o zamanlar Türk kelimesini hakaret telakki eden köylülerin torunları, Yakub Kadri gibi idealist Tük nasyonalistlerinin manipülasyon ve dezinformasyon katkılarıyla bu kadar kısa bir süre içersinde artık kendilerini Türk ırkının en mümtaz unsurları görmekteler.
Aralarında hatırı saylır bir Kürd de mevcuttur.
Bu durumda da, daha yüz sene evvel Türkçe bilmeyen milyonla Kürdün bugün kendilerini Türk ile Alevi Türkmen görmelerinde şaşılacak bir şey olmamalı.

Aptal/abdal kelimesine dair biraz daha söylenecekler var.
Orta Anadolu'da Türkler 'Aptal' kelimesini, düğün eğlencelerinde  müzik aleti çalan şahıslara yönelik kullanırlar. Saz ve  davul-zurna çalanlar için. Hakaret sözcüğüdür de aynı zamanda. Ve açıkça, eğer Pir Sultan Abdal gerçek bir şahıs olsa ve ismini de vaktiyle duymuş olsalardı, ismini Pir Sultan Abdal değil, Pir Sultan Aptal olarak söylerlerdi.

Hele asıl bir Pir Sultan Abdal ile Kaygusuz Abdal şiirleri var ki, duru Türkçeyle yazılmış bu şiirlerden bazılarının linguistik incelenmesi sonucunda  ortaya bazı ilginçlikler  çıkabilir, dolayısıyla araştırılmasında fayda var.
Şimdilik kısaca değineyim.
Promosyonlarını yapan Türk aydın ve akademisyenlere göre yaşamış, Türkmen Alevisi ve Banaz'ın bir köyünden olan Pir Sultan Abdal ile Alanyalı, 103 yaşında ölen ve Alevi Türkmen olduğu kaydedilen Kaygusuz Abdal isimli köylü  halk ozanlarının deyişlerinde dikkat çekici bazı noktalar var. 
Yani öyle bir şey ki, mesela şiirlerinde mükemmel ve itinayla seçilmiş, sanki  Cumhuriyet Türkçesini de andıran biçimleriyle Türkçe, Farsça ve Arapça kelimeleri 500-600 sene evvelinden kullanma yeteneklerine de şapka çıkarılır!
Bu hususa dair bazı notlarım var, ama  yazımı zaman alacağa benzer. Umarım meraklı arkadaşlar, gençler şiirlerden bazılarını ve kullanılan kelimeleri incelerler. Kendi başına akademik bir tez konusudur bu.

1921 de Kocgiri'de Mustafa Kemal'in Sovyet lideri Lenin'den sağladığı silahlarla katlettiği ve 1937 de Dersim'de öldürttüğü Alevi Kürdlerin ezici çoğunluğu,  'Ev' kelimesi, yetmez bir de 'Cem Evi' , hatta Pir Sultan Abdal ismi verilmiş figürü hayatlarında hiç duymamışlardır.
Bu arada bir hatırlatma yapmalıyım.
Pir Sultan isimli bir aşiret ya da ocaktan bahsediliyor. Eğer bu aşiret ya da ocağın isminin sonuna
Abdal kelimesi eklenmişse, son kelime kesin uydurmadır.
Zira Kürdler Arabi Abdal kelimesini Avdal/Evdal olarak söylerler(di).
Türkmenler ise yukarıda yazdığım gibi 'Aptal' derler.

Cem Evi'ne tekrar dönersek, inanç mensuplarının köylerinde civad-cemat toplantılarını bazı  seçilmiş evlerde tertipledikleri biliniyor.
Ama bu ev,  köy camisi gibi belli bir mekan olmayabilir.  

Konuyla bağlantılı olması hasebiyle şunu da belirtmek lazım; Aleviliği  Osmanlı'nın bir döneminde ismi bilinen Bektaşi Tekkelerinin ''inanç ve ideolojisi'' ile  özdeşleştirmemek, ya da fazla karıştırmamak lazım.
Bağlantıları olabilir elbette.
Esasen Haci ( aslı Xaji dir Kürdçe, Persçe) Bektaş önemli bir isim ama daha sonra Tekkelerle anılacak olan inancın içinde ve özünde Haci Bektaş'tan ne kadar kaldığına dair kelamlar ise başlı başına bir çalışma alanı teşkil eder, onu da belirteyim bu arada.
Mamafih, Bektaşi Tekkeleri bir dönem sanki bir nevi resmi statüye sahip ve asli işlevi olan dini-sosyo-kültürel'den, sürec içersinde zamanın politik paradigmasının ışığında değerlendirilmesi gerekli olana  evrilmiş ve  İslamın bir Sufi yorumunu benimsemişlerin merkezleri gibi değerlendirilebilirler.
Yani bir nevi asıl ismi Khangah olan Sufi toplanma, barınma ve ibadet hanelerinin Osmanlı'da aldığı isim  de denebilir.
Aynı zamanda da  Osmanlı'nın politik iklimine ayak uydurmak zorunda kalan, ya da o yöne evrilen bir kurum.
Unutmamak gerekir ki Kürd Aleviliği , bilebildiğim kadarıyla özellikle 1800 yılları itibariyle Osmanlı ile sürekli çatışma halindeydi.
Topluca değil, ama bölgesel, aşiretler bazında. Hem yerleşik hem de göçebe Alevi Kürdler, özellikle de ikincisi çok büyük katliamlara maruz kaldılar.
Bunun için 'Travels and Researches in Asia Minor, Mesopotamia, Chaldea and Armenia, William Francis Ainsworth' ile araştırılmaya başlanabilir.
Bir hususu özellikle vurgulamak gerekiyor; her şeyden evvel  kendilerine yanlışlıkla Alevi ismi verilmiş  Re/Yol inancı mensubu Kürdler Müslüman değiller.
İslamiyete karşı medieval dönemlerde alınan yenilgiler sonrası, farklı sebeblerle ortalıkta hızla gelişen muhtelif Sufi cereyanların etkisine biraz da takiye maksadıyla açılmaları, ''asli kavramlarını'' İslamın Sufi yorumuyla yeniden şekillendirmeleri, inancın araştırılmasında kafa karıştırıcı bir rol oynuyor.
Yukarıda belirttiğim Cumhuriyet Türkiyesi, hatta geç Osmanlı devlet müdahaleleri haricinde , onun dışında ele alınması gereken bir husus bu.

Alevi ismi, Re/Yol inancı topluluklarıyla anılmadan evvel mevcuttu. Ayrıca bir millenyum evvel Yol inancı mensuplarının Alevi adlandırıldıklarına dair tek bir belirti de yok.
Sonradan kendilerine münasip görülen isim bu, zira Şiilikle karıştırılmışlar.
Şiilere rafızi denirken, Aleviler de aynı kategoride ele alınmış, görülmüş ya da tarif edilmiş.
Aslında Şiiler İslamiyet içersinde değerlendirilirler ve dinin şartlarını da yerine getirirler.
Oysa Alevi Kürdler'in islamla uzak yakın hiç bir alakaları yoktur.
Ama elbette Aleviler de İslami bazı kavramları kabullenmişler.

Anadolu'da az sayıda da olsa bazı Şii elementler, Alevi Kürdlere yakınlık duyarak Re/Yol çizgisini benimsemiş olabilirler.
Bu Şiilerden küçük bir grup, mesela Merzifon'da ( farklı bölgelerde de ) mevcut. 1827 Rus-Osmanlı savaşını müteakip bölgeye Şirwan'dan gelip yerleşen İraniler.
Bugünlerde de elbette söylemeye gerek yok, Türkmen Alevidirler! 
Ayrıca, ideolojik bazı kaygılarla sanki yaşadıkları Anadolu'da buhar olmuş gözüyle bakılıp, varlıkları unutturulan ve Türklüğe asimile edilen Moğolların Şii kesimlerinin bir kısmının da Kürd Aleviler yanında Alevileştikleri ve kendilerini Alevi tarif ederlerken, cumhuriyetin asimilasyoncu karakteriyle birlikte Alevi Türkmen ilan edildiklerini de not olarak düşeyim. Kanaatimce Tahtacılar da Kürd-Moğol karışımı olmalılar, ama üzerine çalışma gerekiyor. Bu arada kendilerine Tahtacı denilmesini de ağaç ve orman le iştigal ettiklerinden dolayı kullandıları naklediliyor. Eğer öyle olsaydı ve iddia edildiği gib Türkmen olsalardı, kendilerini Farsça-Kürdçe tahta kelimesi yerine, Türkçe ağaç, ağaçcı ya da ağaç eri gibi ifade ederlerdi kanaatimce.
Bahsettiğim Şii topluluklara Kars-Iğdır hattında yaşayan ve kendilerine Azeri ismi verilmiş Şii halk girmiyor. Bunlar Şii olarak yaşıyorlar, Kars'ta oldum olası Alevi Kürdler mevcut.

Sorgulanması gereken iki noktaya kısaca değinerek makaleyi bitireyim.
Ali b. Muttalip, yani Muttalib'in oğlu ve Hz.Muhammed'in damadı Hz.Ali'nin  Re/Yol inancına çok önemli bir figür olarak girmesi yetmiyor, inancın ismi de bizatihi ''Ali'ye mensup olan, Ali'yi takibeden, Ali'ci,'' anlamlarına gelen Alevi oluyor.
Peki bu Ali, yani İslam şeriatının yılmaz savunucu ve etkili Islamcı figürü, hayatlarında kelime-i şehadet getirmemiş, Islami namaz kılmamış ve oruç tutmamış, Cuma namazına katılmamış, Hacca gidenlerle alay etmiş ve kendine Alevi diyen Kürdlerin inancında  ne arıyor ?
Ya da mesela, İslam'ın tartışmasız merkezi Mekke şehrini 680 yıllarında işgal eden ve  İslamın en kutsal mabedi Kabe'yi içinde o an bulunan Hz.Muhammed'in son kalan sahabeleriyle birlikte cayır cayır yakan, namaz , oruc ve hac yerine müzik, avcılık ve zamparalıkla iştigal edip, zemzem suyu yerine lakır lakır şarap içen,  yetmez bir de en mümtaz şeriatçılardan Hz.Ali'nin oğlu ve Peygamberin torunu Hüseyin'i öldürten Muaviye'nin oğlu Yezitten niye nefret ederler ?

Yapılanlara, icraate  bakılırsa, normalde Alevilerin Ali ve oğlu Hüseyin yerine Yeziti savunmaları daha makul ve mantıklı değilmidir ?
Ama çok önemli bazı sebebleri var bu tuhaflığın.
Çok kısaca değindiğim bu önemli konuyu çok detaylı ve daha da bir akademik üslupla ilerde ele alırım umarım.


Sunday 5 November 2017

Türkçe'de Kar ve Kara Muamması



Türkçe'de oldum olası Kar ile Kara kelimeleri kafamı kurcalardı. Ama, şöyle, bir eser, ve geçerdi etkisi.
Unuturdum.
Son zamanlarda yine depreşti bence tastamam tuhaf olan bu fenomen.

Bir düşünelim. Kar , ak  rengiyle, Kara ise bizzat temsil ettiği zifiri karanlık ile, bir birilerine taban tabana zıt durumdalar.

Pekala...

İki kelimede sadece bir +a ile sonlandırma farkı var.
Örnek verelim; kar yağıyor ve biri yerde ki ''kara'' bakıyor. Şimdi bir tekstte okuduğumuzda bu ''kara'', kar kelimesinin  +e /+a yönlendirme soneki verilmiş  hali gibi de görünüyor.

Yani şimdi Ahmet agam  yağan ''kara'' baktığını bize söylediğinde, kar'ın ''kara-siyah'' ile farkına vurgu yapmak için evvela kar deyip bir ful stop yaptıktan sonra da,  a sesini mi eklemeliydi !
Mesela, Altaik dil mi, değil mi diye habire üzerine koftiden akademik kelamlar edilen Moğol dilinde Kara kelimesi, aynen Türkçedeki gibi.
Gerçi Moğolca'da bu kelime farklı anlamlara da geliyor, geçelim.

Beyaz ise Çağan demek Moğolca'da.
Hani yeni bademin o yeşil, hafif  tüylü, çok ekşi ve tuzla şahane giden ismi de Çağla olan hali var ya, Moğolca Çağan'la bağlantılı  görünüyor.

Kar ise Çasun demek.

Yani Moğol kendi dilinde Kar  anlamına gelen Çasun ile Kara'yı söylediğinde, Türkçedeki gibi bir birine karışmıyor kelimeler.
Kürdi lisanlarda da öyle.
Persçe'de de.Arapça'da da öyle.
Türkçe'de kır kelimesi var. Bir anlamı ''gır saçlı ( bu saç kelimesi de bir enteresan),'' da kullanılan, diğeri de step , ova, dağ başı,meskün olmayan doğal arazi vb.
Toprak  farklı renklerde olabiliyor, dolayısıyla Türkçe'de kır kelimesinin  ''kır saçlı'' da olduğu gibi gri -gümüşi , beyazımtrak bir anlamı taşıması, tabiata yönelik düşünüldüğünde, yine düşündürücü.
O zaman belki de iki adet kır kelimesi vardı Türkçe'de. Muhtemelen  bir tanesi şu an alfabemizde bulunmayan Q , diğeri de ğ (ghain) harfleriyle temsil edilen ses tonlarıyla  söyleniyordu.
Pers ya da Arap kronikler de , kelimelerden biri  kar biçiminde kaydedildi ve  kullanımı da böyle oldu.
Ya da, Persçe'de bulunan  ve '' çok beyaz veya çok siyah, kar ve katran gibi,'' anlamına gelen kar kelimesini alıp kullanmış olmalılar.
Bu kelime de a , elif ile ifade ediliyor.
Ama her ne olursa olsun görünüyor ki, Türkçe'de kar kelimesi  üzerinde tartışılması gerekenler olduğu belli.
Tabii bu arada kara kelimesine dokunmadık.