Sunday 10 September 2023

Anti-Emperyalist Buğday ve Un İthalatına Hayır!

Bu konuya daha evvel değindiğimi hatırlıyorum. Ama bizim Türk solcularıyla bunların içi ve periferisinde bulunan Kürdlerin mesajlarını izledikçe, açıklama, slogan ve retoriklerinde yegane tutarlı metodolojileri olan bilgisizlikleri dikkat çekiyor.
Türk sağcısı-şeriatçısı-Atatürkçüsünden bahsetmeye zaten gerek yok, kategori dışılar ve onlara bu sloganlar geleneksel hamasetten ötürü daha fazla uyar, ama bizimkiler bir başka canım, ne de olsa Türklük ideolojisinin her derdine deva bu retoriğin patenti solda bulunuyor.
Velhasıl cemi cümlesi kelimesi kelimesine aynı kelamı sarfediyorlar.
Anti-Emperyalizm!
Kendini Türkler görenler bu sloganı bir veba gibi Kürdlere de bulaştırmışlar. İşin gırgırı Kürdler Türklere ''emperyalist uşakları-işbirlikçi Nato'cu işgalciler vs'', diyeceklerine, kendini Türk görenler Kürdlere emperyalist uşağı diyorlar!
Son zamanlarda anti-emperyalist sentimentin en hoş biçimiyle karşı karşıyayız.
Halklarımız, buğday ve un ithalatına karşı çıkarken müthiş tek yürek bir milli performans sergiliyorlar.
Yabancıya 750 000 ton buğday ithal edilerek para ödeneceğine, yardım yapılsın ve çiftçiler boş bıraktıkları tarlalara buğday eksinlermiş!
Yani Türk çitçiler tarlalarını ekmiyorlarmış!
Yahu bu kendine Türk denilenler bir metre anız-tarla sınırı için adam keser. Mesela ülkede Yörüklere müsaade edilsin, tarlayı boş bırakmak neymiş, üzerindeki Arapça yazılı taşlarını bile tınlamaz, vallahi en başta da evliyaların türbelerini yıkar, yerine buğday-arpa ekerler.
Ortalıkta da bizzat kendi ana babalarını öldüklerinde gömecek mezar yeri gomaz bunlar şart ossung!
750 000 ton buğday, eğer kilosu 50 cent ise 375 milyon dolar yapar.
Ülke buğday üretiminde bu rakamın ne kıymeti olabilir ki?
İslamcı-Türk vatanseveri ve devlet başkanı Tayyip Erdoğanın oğlunun asker arkadaşında vardır bu meblağ artık.
Ama canım şimdi anti-emperyalizm sloganı atmak dururken, Türk solcusu olarak işimiz gücümüz yoktu da dünya buğday borsalarını mı takibedecektik yani!
Bu arada un ise asla ithal edilmezmiş.
Edilmemeliymiş !
Niye ?
Emperyaliste, yabancıya değil, milli sermayeye yardımcı olmalıymışız.
Burada gavurun sermayesi emperyalist, emme velakin Karamanlı Un değirmenci-fabrikatörü Hacı emmi ve ambarında istifli un çuvallarıysa Milli veee bildiniz, elbette anti-emperyalist!
Ben fırın işini biraz bilirim. Bir gün Türk fırın makinası imalatçılarının sergiledikleri malzemelerin fotoğraflarına bakıyordum.
Daha evvel hiç rastlamadığım bir alet gördüm.
Araştırdım, ''un eleme'' makinasıymış!
Düşünebiliyormusunuz, Milli anti-emperyalist değirmenci Hacı emminiz kendisi çuvallamadan evvel otomatik makinalarda elemesi gereken unu, fırıncıya elettiriyor !
Ama boş verin laflarımı.
En azından un ithaline karşı çıkarak, emperyalizme milli bir darbe vurmuş oluyoruz.
Un daha kaliteli olsun, daha düzgün ekmek yiyelim falan önemli değil, yeter ki emperyalizm kahrolsun, yürüyelim arkadaşlar!

Friday 8 September 2023

Avustralya'da Günlük Hayattan Kesitler ve Anzac Day


Avustralya ve Yeni Zelanda'da 25 Nisan Milli bayram. 1915 Çanakkale kuşatmasina bu her iki ülkeden de birlikler katilmış; ismini ordu birliğinden aliyorlar...
Kendilerine bir tarih yarattıkları için, milli bazi günlere ihtiyaçlari var elbette, ne yapsın adamcağızlar...Ingiliz kolonisi olmaktan kurtularak, zamanla yer kürenin her köşesinden göçmene kucak aciyorlar.
Burada kendisine asil Avustralyalı diyen, genellikle Ingiliz-Keltik asıllı göçmenler bu tarihe sahip cikiyorlar. Mesela birkac tanesiyle konusmustum; adamlara Osmanli'nin o zaman Avustralya diye bir devlete savas acmadigini, aslinda boyle bir yerin varligindan Talat-Enver paşaların haberlerinin oldugunun bile şüpheli oldugunu, isim vermeden anlatmaya çalışmıştım
Ama bu arada elbette Ata'miz da Çanakkalede canini siper ederek, bu Anzac'lara karsi vatanı savunuyor ve Osmanlı askerlerinden kendilerini feda etmelerini yüksek ses ve sert emirlerle talebediyordu.
Neyse, bazi izlenimlerinimi aktarmak istiyorum sizlere; Avustralya'da yaşadığım şehre ilk geldigimde, tabiatiyla biraz gezip dolaşmıştık, kisa bir süre önceydi bu...
Şehrin ana meydanı sayılan yeri ilk gördüğümde, bir boşluk hissettim adeta; malum memlekette, her il, ilçe ve nahiye, hatta iri belediyelik yerleşim merkezlerinde, Ata'mızın muhtelif ebad ve boy'da, bıyıklı bıyıksız, kalpaklı, şapkalı veya bunlarsız, kah şahlanmis bir at üzerinde, kah yanı başında muasır medeniyet seviyesine uygun kıyafetli olduğu anlaşılan gençlerle; ya da öküz tarafından çekilen kağnı yanında, kendisini iki büklüm kılmış ve sonradan top mermisi olduğu izlenimine milletce vardığımız omuzuna attığı o dev mereti taşıyan nineyle, artık adını aziz Turk Milleti koysun, her ahval ve şeraite uygun heykel ve büstlerine alışığız.
E burada vallahi ilk etapta hiç heykel ya da büst görmedim.
Ne biçim adam bunlar, anlaşılır gibi değil!
Bunların hiç Milli Önderleri yokmuydu?
Ne bileyim işte, haydi hak verelim, bu Ingilizlerin bizim Irk kadar katırla beygirle falan işleri olmadı, anlaşılır.
E birader bari kanguru sırtında bir Ata ve kurtarıcı heykelleri olsaydı...
Yok Allah( CC ) yok!
Ama elbette, ben çok yeniydim bu şehirde; neyse bir kaç gün evvel, daha önce hiç görmeye fırsat bulamadığım nehir kıyısına doğru şehrin ana caddesinde yürüyüşe çıktım...
Karşı kaldırımda, çok sevdiğim bir arkadaş olan hemşerimiz Nuri'yi farkettim...
Nuri, bu kasabaya benden evvel yerleşmis, bize karşı çok saygılı, dost bir arkadaş.
Aslen Bitlis'li...
Kendisi çok afedersiniz Kürd; ama biz Türklerden çok daha fazla Ulusalcı diyebilirim.
Mesela her görüştüğümüzde Milli takımımızın başarılarından, Cim Bom'dan bahseder...
Allah var, bir gün bile Diyarbakırspor'dan söz etmemiştir!
Üstelik, benim dükkanın alt tarafında, tam köşede hamburger satan o kendini beğenmiş Yunanlıya da, arada bir saydırır!
Yani bu kadar vatanına, milletine düşkün biridir bu Nuri...
Elinden de çok iş geliyor; elektrikçilikten anlar, beyaz eşya tamiri yapar falan..
Kaç gündür hanım kafamı şişirip duruyordu;"beni her gün eşşek gibi on saat çalıştırıyorsun dükkanda, millet calışarak bari ücret alır, bizse çalışarak elimizdeki parayı kaybediyoruz; yetmiyor eve geliyoruz yorgun argın, çamaşır makinası çalışmaz, yeter be adam, nedir bu çektiğim!", falan diye dır dır da dır ...
Bari Nuri'ye haber vereyim de, bir baksın bu nalet çamaşır makinasına dedim.
Bir hususa değineyim, eğer Bati ülkelerine gelmek isteyen falan olursa diye; kardeşim, bu memleketlerde kadın erkek ciddi ciddi eşit !
Yani, allah korusun boşanma falan icin bir mahkemeye düşerseniz, hele bir de küçük çocuk varsa, vallahi yandınız!
Hakimler hep entel-liboş burada...
Malı mülkü anında kadına takdim ediveriyorlar; mazaallah, işin içinde cascavlak ortada kalmak da var; nitekim bir çok Turk evladının başına geldi bu durum...
Şimdi bakın; tamam, ben de kadın erkek eşittir diyorum...ama...e şimdi nasıl olurda bir kadın Atamız Atatürk'le eşit olabilir, değil mi ama!
Burada durup Cinci hocanın görüşlerini savunacak degilim elbette.
Bana kalırsa, en doğru tavrı Sn.Başbakanımız Recep Tayyip Erdogan Beyefendi koydular...
Başbakanımızın Türk kadınına son talimatını hatırlamak lazım; Türk kadınının ilk vazifesi, ortalama üç adet doğurup, onları Ataturk ilke ile Milli ve manevi değerlerimize uygun birer Türk olarak yetiştirmek olmalı!
Bundan daha veciz, daha ulvi bir kelam olabilr mi?
Elbette iki oğlan bir kız olmasi tercih edilir...Işin icinde, ırkımızı devam ettirmek için bir de yabancı damat falan aramak zorunda kalmak ta var, Tanrı korusun!
Başbakandan bahis açılınca, aklıma Sn.Recep Tayyip Erdogan'in Uygur Türklerinin ülkesi, atalarımızın kaynağı olan topraklara son ziyareti geldi, bir kaç hafta evveldi...
Orada Başbakanımız, ırkdaşlarımızla fotoğraflar cektirdi...
Yahu bu ırkdaşlarımız, ne bize, ne Sn. Basbakana, hele Allah göstermesin ATA'miza hiç mi hiç benzemiyorlar!
Daha çok kendilerine dünyayi zından eden Çinlilere benziyorlar...
O zaman aklıma gelen şu:
Demek ki Çinliler'de Türk!
Zaten çay'a onlarda çay diyormuş.
Konuyu dağıtmayayım; işte arkadaşımız Nuri'yi karşı kaldırımda görünce, beni farketsin diye ellerimi sallayarak kendisine seslendim, '' heyy Nuri, ne haber yahu'' gibi, yani beni duysun diye, bir merhaba falan...
Birden farkına vardım ki, önümde yürüyen insanlar, dönüp olduğum tarafa doğru bakıyor!!
Ben anında uyandım arka tarafımda bir şeylerin cereyan ettigine ve bu defa dönüp, geriye bakarak ortalığı kontrol ettim.
Haydaa, geridekiler de dönmüş, benim oldugum tarafa bakıyorlar, iyi mi!
Ülen, içimi aldı mı bir korku şimdi; acaba bu gavurlar arasında bir husumet falan mı var, malum ulusalcı, solcu, dinci hatta Allah etmesin bölücü buralarda da mevcut, çatışmanın arasında kalıp, başımıza iş almayalım...
Neyse, uzun sürmedi, bazıları sırıtarak, bazıları da bana doğru bakıp kafalarını sallayarak yollarına devam etti.
Hiç olmazsa, korktuğum başıma gelmedi.
Bu arada da Nuri, beni duymadı ve gözden kayboldu...
Şimdi asıl mevzuyu dağıtmış olmayayım.
Neyse ,nehrin kıyısına yaklaşırken, birden gördüm o'nu ...
Yani, heykel veya büstü.
Takriben bir metre yüksekliğinde bir platform üzerine oturtulmuş, yüzü nehre dönük irice bir büst...
Yani simdi birden içimi heyecan bastı...
Zaten uzun zamandır Istiklal marşımızı bile okuyamamıştım; bulunduğum yer ise, zaten dış temsilcilikler ile Kıbrıs'a pek yakın da değil, işin gerçeği...
Heykele yaklaştıkça, adımlarım bir başka şekle bürünmeye başladı; daha bir düzenli, topuklarım yere daha bir tok vuruyor, yani!
Ne de olsa Asker Milletiz!
Zaten ilkokul birinci sınıftan itibaren Ata'mızın ilke, devrim ve düsturlarına uygun adım marşlar eşliğinde hazırolda durmayı binlerce defa tekrar ederek uyum sağlamayı öğrenmiştik, malum...
Heykele iyice yaklaştım, "esas duruşumu" gösterdim ve tüm duygularımla gırtlağımı da şöyle sesli biçimde temizledikten sonra onuncu yıl marşına da tam başlayacakken, bir de ne göreyim?
Yahu koca heykel, bir romancı yazara ait değilmiymiş!!
E vallahi bu kadarı da olmaz canım!
Arkadaş, bu adamlarda hiç milli gurur yok mu?
Yani bu Avustralyalıların vatanı hiç kurtarılmamış mı kardeşim?
Demek ki Avustralyalılar bizim bazı Türk sosyalist liderlerin isimlerini hiç duymamış, dolayısıyla da ilham alamamışlar.
Eserlerini okuyup, demeçlerini dinleyebilselerdi, bir insanin ayni anda "hem milliyetci, hem komunist, hem demokrat hem de Ataturkçü" olabilmesinin sırlarını kestirmeden öğrenebilirlerdi...
Elbette muasır medeniyet seviyesine ulaşmanın yolu, ilim ve irfandan da geçer.
Fakat ya kahrolası emperyalizm Avustralya'yı işgal ederse, o zaman onların top, tufek,helikopterlerine karsi kitap, roman, kirtasiye malzemeleriyle mi savunacaksınız vatanı, birileri neden anlatmıyor bunları Avustralyalılara yahu ?
Bence bizim memleketteki mahallenin kasabı Osman'in büstünü dikseler daha iyi olurmuş...Hic olmazsa et, sucuk, pastırma satıyor, bir işe yarıyordu adam...
Satın alıyor, çoluk çocuk yiyiyorduk işte...
Velhasıl, siz siz olun, her ebad heykel, büst ve ilkeleriyle ATA'mız ile şanlı ırkımız ve tarihimizin kıymetini bilin...
2016.
not: bu yazıyı sanırım beş ya da altı yıl evvel kaleme almıştım. Bir kaç ehemmiyetsiz ilave-çıkarma yaptım, alfabeyi düzelttim.

Thursday 20 April 2023

Bir Film Kritiği

 Labirent,

Filmin Türkçe ismi de bu mu, bilmiyorum ama kaleme dökmeden bir kaç hafta evvel izlemiştim. Filmin kritiğini face book sayfama 21 Nisan 2017 tarihinde postalamışım. Bugün (21 Nisan 2023) karşıma çıktı, bloga taşıyayım dedim.

Karar verdiğimizde, henüz senaryoya Fransız olduğumdan, üzerine ukelalık yapamadım beni filmi izlemeye zorlayan eşime...
Ama, arada bir mide krampı vaziyetine zorlanacağım enstantane yağmuruyla karşılacağımın, ön yargılı olduğumu da kendi kendime teslim ederek, farkındaydım.
Daha da beteri oldu!
Hayatımda izlediğim en rezil Yeşilçam prodüksiyonu dedim, film izledikten sonra...
Ama evvela mukayese olsun diye geçmişe döneyim: 1980 sonları, ya da 90 başlarıydı galiba; beşinci sınıf oyuncu, ve Türk solcularının kalbinde yer eden Ulusalcı Tarık Akan ile, siyasi görüşünü hiç bilmediğim, ama çok esaslı bir aktör olan Kemal Sunal'ın bir filmine Selimiyedeki kahvede ister istemez göz atıyordum.
Gülmekten yerlere yatıyordum için için.
Kemal Sunal'ın ağzını açışı, veya o mimiklerine değil.
Senaryo ve çekime...
Bir cadde de, Tarik Akan ile arkadaşları, hemen her ayrı sahnede, aynı elbiseler, hatta gömlek kırışıkları bile taze ve aynı, habire aynı cadde'de turalıyorlar!
Bir aşağı, bir yukarı, ha babam volta atıyorlar!
Yani rejisör oyuncuları bu kabaramaz kel Fatma misali şişinerek caddenin tam da ortasında ileri-geri dolaştırırken neyi amaçlamıştı, vallahi filmin dandik senaryosundan daha dikkat çekici gelmişti bana!
Galiba Kemal Sunal ve arkadaşları da, ya da kendisi, veya hafızamda silinmeler husule gelmiş olabilir, birlikte, aynen berdevam!
Aynı cadde.
Aynı adamlar.
Aynı kıyafetlerle...
Ve dahi aynı gömlek kırışıklıkları!
Fakat, hiç bir ülke sineması, ya da güncel Batı'lı bir hadise, olgu, moda ve senaryo araklaması yok !
Saçma sapan, basit, ucuz bir çekim.
Tüm şapşallıklarıyla da olsa, hakiki ama!
Jargon, tavır, diyalog, kavga, jest, mimik vs vs vs., tam bir İstabul sosyolojisi.
Labirent'te ise, karşımızda Hollywood askeri-polis macera prodüksiyonlarından alışık olduğumuz ''terör veya falan filanla mücadele'' odası.
Türk polisi veya MİT, anti-terör uzmanları, canla başla İslamcı örgütü enselemeye çalışıyor. Ve odanın içi elbette gelişmiş cihazlar, izleme monitorları ve aletle dolu.
Filmin tevellütü 2011 olduğundan, zamanın politik ortamına uygun kaygılar göz önüne alınmış olsa gerek ki, Kürdlere pek hakaret yok.
Yaşı biraz geçkince bir hanım bacımız da kahraman anti-terör timimizin içinde.
Hani aslında, filimin oğlanı ve sonunda gayet komik biçimde mevta olan genç müdüre pek uymuyordu sevgili vaziyetlerinde.
Yahu Mardin di galiba, daracık sokak ve labirentlerde bir takip sahnesi var, vallahi benim altı yaşındaki torunum bile birilerinden kaçıyor olsa, arkasında tuhaf biçimde kendini takibeden bu artizleri farkederdi.
Elbette, filimin oğlanına ''abi'' diye hitabeden, ve de dünyaya acıklı sahne çekimlerine konu edilecek bir ölümle elveda diyecek yardımcı oğlan ve eşi de görüntü veriyor icabında... Aynen araklanan Batılı film replikleri, yani kadıncağızın, ''işi bırak, daha ne kadar böyle tehlikeli, çocuk vs'' mealinde yakınmaları...
Eh biz izleyicilerde eşek değiliz ya, zaten çakozluyoruz senaryodaki mukadder akibeti!
Allahım bana bir kaç kilo sabır, diyerek izlediğim bir kaç enstantaneyi daha nakledeyim; İngiliz gizli servisinden bi amcam, Türk müdürle İngilizce konuşuyor falan (hani İngilizce de biliriz icabında!). Bizim oğlan tam Türk Ulusalcı+Milliyetçi+Vatansever+ Anti Emperyalist ( o zaman da Devrimci olmalı).
Tüm dünya, ve elbette Batı'nın biz asil Türklere nasıl ayrımcılık yaptığını İstanbul'da ismi cismi, adresi, ajanlarının façası belli İngiliz ajan başına bir çakması var kardeşim( tövbe bir kaç defa), hı hı, her kes haddini bilecek hani bi yerde, haddini!!!!!
Yalnız, elbette tüm bu olan biten vs ( Türk ulusal hasletlerinin en başında gelen Batılıya karşı aşağılık duygusu tezahürü çakmalar hariç, onların alayı yerli ve Milli!), tamamı, şu veya bu filmden araklanmaların bileşkesi.
Hele bir terörist hücrelere baskın bölümleri var ki, hanım muhtemelen benim dudak hareketlerimden tozutma safhasına doğru ilerlediğimi farketmiş olmalı ki, kumandayı tam fırlatma pozisyonuna soktuğum elimi tutmasa, bizim televizyon o çarpmayla tuzla buz olacaktı. Bağırtı, kavga, temizlik, masraf vs, yani tam kabus...
Sahnee...
Şİmdi, hücre evin kapı önünde duruyor ustalar.
Yaşı biraz geçkince anti-terör dedektifi bacımızın bir duruşu var, yani mübarek sanırsınız ki Kurban bayramında ev ziyaretine gelmiş, sürpriz yapacak kapıda !
İçeri giriyorlar; mesela bir tanesi diyelim soldaki odaya zorlama vaziyetlerde dalıyoooor, ve bu defa da beni sehpayı kaldırıp fırlatmama ramak kala pozisyona iten o acaip kelimeyi duyuyorum: '' TEMİZ !! '', ve arkadan diğer görevliler sökün ediyorlar.
Sehpayı monitöre fırlatamayınca, bu defa beni aldı mı bir gülme!
Temiz, diyor yahu!
Ve öbürleri de giriyor.
Yahu ne demek istiyorsun birader, yani leş falan, ya da terörist bokuyla karşılaşmayı mı umuyordun da, eh odanın hava-koku vaziyetleri ve zeminde bir numara yok diye mi ''Temiz!'', diyorsun be muhterem rejisör?
Hollywood filmlerinde hani timler odaya girer falan ve ''Clear'' diye bağırırlar da, diğerleri içeri dalarlar ya !
Adam, ''Clear!'', diyor yahu, ''Clean!'' demiyor, kurban oluyum Clear, yani ''açık-saydam-aydınlık-berrak-boş (yani boş-açık bırakılmış, açık tutulan)'' demek. Yani işte o aradığımız herif(ler) yok, yer müsait, dalış serbest vb., gibi...
Son olarak, polis müdürünün para için ihaneti ve gerekçeleri bile alabildiğine yapmacıktı ve aynen Hollywood araklaması tabi... Replikler aynı sanki...Nasıl bir rejisörse, insanda biraz utanma arlanma olur yahu!
Sahi, tek doğal ve maalesef, böylesi araklama üstadı tın tın rejisörün kurbanı olan oyuncu ise, kadim dostum-arkadaşım Renan Karagözoğlu idi. Kısacık bir rol verilmiş kendisine. Oysa, dikkat çekici, yaşına rağmen hala çok belirgin yakışıklılığı, hal ve hareketleri ve tecrübesiyle Renan polis müdürünü çok daha dikkatli, uygun ve profesyonel biçimde canlandırırdı, gerçi diğer oyuncular ne yapsın, aktörlere bu uyduruk malzemeyi dayatan rejisörün kendisi!
Ama zaten, en büyük hasletlerinden biri Batı dünyası karşısında aşağılık duygusu olan toplumun ürünü rejisör ve senaristten ancak böyle bir mamül çıkması gayet doğal!
Rejisöre sormak lazım; kardeşim tek bir sahne düzgün, ve de senin havsalan, zeka ve görgüne ait olsa ne kaybederdin?
Bu rezalet bittikten sonra aklıma 1975 te izlediğim Yılmaz Güney'in Arkadaş filmi geldi. O zaman 22 yaşındaydım ve yine de filmde bazı abartılı sahneler olduğunu hep düşünmüştüm.
Nasıl da haksızlık etmişim, nasıl, nasıl...

Sunday 16 April 2023

İslam ve Türk'ün Hilali ile Ahmet Yesevi Üzerine

Yıllar önce notlarım arasından derleme,

 Islamiyette hilal'in yaygın kullanımı var, aynı zamanda Türkiye'nin ve diğer bazı devletlerin bayraklarında da mevcut.

Türklere göre Türklük, Islamcılığa bakılırsa da Islamla ilgili, adeta kutsal bir amblem mahiyetinde.
Ama hilal, adına Stupa verilen ve Buddhizm'de önemli bir yeri olan yığma tepecikte üstte, ya da Buddha heykelinin baş kısmında görülebilir.
O zaman hilal Buddhizm'den Islam'a geçmiş denebilir mi?
Hayır.
Zira hilal, Sasani'nin merasim sembolü ve Zerdüşti. Yani Zerdüştilikten diğer inançlara geçme. Hristiyan yazar Hieronymus'un Buddha'nın Hz.Isa gibi bakire anne'den doğmasına dair kelam ettiği yazılıyor. Acaba bu Hristiyanlıktaki bakireden doğum fenomeni Budizmden mi alınma? Mevlana Celaleddin Rûmi'nin Mesnevisinde, Kuran ile Peygamberlik temalarıyla beraber 60 kadar Hind hikayesi bulunmaktaymış. Bunlar aslında Buddhist menkıbesi Bilawahr ve Budâsef den çıkartmalar. Aynı zamanda da Sindbad Nameh ile Kelila ve Dimna'dan da... Mesela dikkat çekici olan bir husus daha; Farsi yazılı Tuti Nameh veya Chehel Tuti tamamen Buddhizm'den alınmaymış! Sufi menkıbe kültüründe mevcut bu eser ve demekki bazı etkilerini Kürdlerin Yezidi-Alevi-Yarsan örfleri, anekdotları-menkıbelerinde teşhis ve müşahade edebilme ihtimali mevcut. Yezidi, Reya ( Alevi) ile Yarsan gibi Kürdi antik inançların Sufilikle de kültürel alış verişinin yaygınlığı biliniyor. Burada asıl mesele, etkisinin mahiyetini ölçebilmektir kanaatimce, yani araştırmalarda bilgi radarları daha geniş ve farklı veçheleri olan alanları tarayacak kapasiteyi haiz olmalı, derinlemesine araştırmanın karşılığı hafif bir yüke tekabül etmiyor maalesef. Mesela yeri gelmişken hemen belirteyim; aslında başlı başına bir uzun makale konusudur, hatta kitap, ama erişebileceğimiz alan face book la sınırlı, dolayısıyla daha az özenli, çok kısa ve hızla yazıp, geçiştiriyoruz. Devletçe sponsorluğu yapılan Alevi-Bektaşi dernekleri ile sitelerde yazan Prof, Doç.dr titrli Türk yazarlar ile her okur yazar ile Türk siyasiler iki de bir Ahmed Yesevi ismini ortaya atarlar. Bu önemli ismin Orta Asya hakiki Türk, Oğuz, Türkmen ve yine Türk Aleviliğinin Horasandaki kurucu babalarından biri, köklerin kendisine gittiğini ısrarla iddia ederler. Oysa gerçekte, Ahmet Yesevi'nin bırakalım Alevilik gibi, hiç araştırma yapmamış birince dahi doğrudan heteredoks ilan edilebilecek ve aslında kendi başına bir din olan Şiilikle bile ilgisi yok. Ahmet Yesevi, bir Sünni Hanefi Müslüman. Kendisinin ait olduğu kol-tarikat, 1140 yılında ölmüş Yusuf Hamadani tarafından kurulan Khwajagan'ın Orta Asya tarafında yayılan kolu Yasaviyya dır.
Yani bu tarikatin ismi Yesevi...
Yesevinin Aleviliği uydurmasına cevap teşkil edip reddeden bir örneğin tam da yeri şimdi: Daha 1850 lerde Ahmed Yesevinin Orta Asyadaki Türkmen soydaşları kendilerine bahsedilen Azerileri Şii olduklarından ötürü kafir ilan ediyorlardı!
Acaba bir de Şiilikten çok farklı ve Alevilik ismi de verilen Kürd Reya Haq inancı ve özelliklerini duysalar ne diyeceklerdi!
Sonuç olarak, Atatürk ekibince başarılı operasyonlar ve uluslararası destek sonucu varlığı inkar edilen Kürd halkı üzerinden, tarihte hiç var olmamış bir Türkmen Aleviliği uyduruluyor. Absürd iddianın dayanıksızlığına çare için, Sünni Hanefi Müslüman bir tarikat şeyhi Ahmed Yesevi'den medet umuluyor. Zira Anadoluda kaynak gösterilebilecek ne topluluk, ne de figür var! Yegane çözüm, Orta Asya'dan bir örnek seçip piyasaya sürmek olmuş!
Ama elbette Sünni Hanefi tarikat şeyhi Ahmet Yesevi'nin Aleviliği ancak Hz.Musa'nın Marksist olması kadar gerçekçi görünüyor!

Monday 30 January 2023

Mark Sykes Listesinde Şıx Bızeyni Aşireti ve Tüfek İmalatı!

 

Bu önemli bilgiyi okuyucuya ulaştırmak lazımdı ve bir kaç cümleylede olsa, aşağıya aldım.
Çok ilginç ve biraz da hayranlık uyandıracak bir meziyetleri varmış bizim Şıx Bızeynilerin. Evvela şunu söyleyeyim, Mark Sykes Baban Kürdleri kesimine almış aşireti.
Burada 1908 yılında bahsettiği kol 4000 aile diyor. Yani nereden bakılsa o zamanlar GK da tam 25,000 nüfusu sadece bu kol meydana getiriyormuş, insan okudukça şaşkınlığa uğruyor, şimdi nerede bu kadar Kürd diye!
Mark Sykes Şıx Bızeynilerin çok savaşçı, hiddetli, kargaşacı ve etkili eşkiyalar olduklarını not etmiş. Ama dahası var.
Çok iyi at bindiklerini naklettikten sonra, çok zeki oldukları ve Martini Henry tüfekleri imal ettiklerini yazıyor!
Düşünebiliyormuyuz, bir Kürd halk-aşireti, hem de 1900 başlarında dünya markası bir tüfeği sanki mast-yoğurt mayalarcasına, imal edebiliyor.
İnanılır gibi değil ama gerçek.
Düşündüm de, bir asır evvel bu yetenekleri değerlendirebilecek teşkilatlanmalar olsaymış belki yıkım bu düzeyde olmazdı, ne bileyim işte, aklıma öyle geldi.
Kaynak: p. 455, The Kurdish Tribes of the Ottoman Empire, Mark Sykes:
Shaykh Bezeini. 4,000 families. A great and warlike tribe, turbulent and fierce. Noted robbers. Great horsemen. Very intelligent, make Martini Henry rifles. Live in villages in winter, dwell in tents in the vicinity of their villages in spring. After the harvest (June) proceed to Persian frontier with their flocks. Return in September, or later if the season is hot. Dress in Persian fashion. Baban Kurds.