Al Capone'nun tutuklanmasına giden süreci anlatan meşhur Untouchables filminde bazı çekimler çok hoşuma gitmişti. Mesela iyi polisi oynayan ve yardımcı erkek oyuncu sınıfında Oskarı alan Sean Connery'nin evine saldırıda ki kamera kullanımı. Brian De Palma boşuna gerilim türünün en seçkinleri arasına girmedi demek ki. Kameranın açısı, hareketliliği ile aklımda kaldığı kadarıyla var idiyse müziğin kombinasyonu gerilim, insanı o ana çakıyor ve adrenalin banyosu yaptırıyordu.
Beni etkileyen bir başka çekim var; yukarıda naklettiğimle benzeyen hiç bir tarafı yok. Clint Eastwood'un çektiği bir kaç Oskar'lı Mystic River. Belirli aralıklarla kamera, Boston'un hadiselere ev sahipliği yapan mahallesinin çekimini veriyor. Sessiz, durgun, renkleri ve çevresiyle aynı mekan. Hissettiriyor, orası işte, tam o parçası olduğunuz, ya da öyle olduğunu sanmak istediğiniz siluetler toplamı...Seyredeni, hayalleri veya yaşadıkları, özlediği ya da hafızadan silmek istediğiyle ilintiye sevkedebilecek bir tablo gibi...
Korku filmleri ise teknolojiye ziyadesiyle mahkümiyeti yanında, asıl bir de işin içine metafizik ögeler girdiğinde, çekimin senaryoya uygun resmedilmesindeki giderilemez zorluklarla dolu bir iş klasmanına giriyor bence.
Aklıma gelen ve konuya değinmek istediğimde elimin altında hazır iki örnek vereyim. İlki, okuduğunuz bir romanın filme dökülmüş halini, kişisel tercihe bağlı elbette, ya zevkle, ya da başıma geldiği gibi kah kahkahalarla, kah da kıvranarak izleme ve derin bir hayal kırıklığına uğrama hali...
Dünyaca meşhur ve süpernatürel, korku, gerilim, sci-fi roman yazımının en büyük ustası Stephen King'in filme çekilmiş romanları mesela. Gerçi izlediklerimden sadece bir tanesinde, o da en meşhur ve korkutucu olanıydı, hayal kırıklığına uğramıştım, feci şekilde.
Fakat daha sonra okumak ile izlemenin, görmek ile zihinde canlandırmanın çok derin farklılıklar barındırdığını kavrayınca, eleştirimi geri çekmiştim.
Mesela, Türkçe'ye aklımda kaldığı kadarıyla Medyum ismiyle çevrilen The Shining romanını, soğuk ve gri bir Aralık gününün akşam üzeri, evde yalnızken okumuştum. Muhayyilenin gücü ve etkisini sonradan farkettim. Stephen King, bir de Türkçeye çevrilmiş haliyle, yani düşünün, dağ eteğinde tek başına ve büyük bir evde, kış vakti bunalımları ve ailesiyle birlikte, dünyadan da bir nevi kopuk kahramanının kötülükle umutsuz savaşını naklediyor. Her anı ise okuyucu olarak siz hayalinizde, paşa gönlünüzün istediği kılık, renk, mekan ve ruh halinde, canlandırabliyorsunuz.
Hayalinize kuvvet !
Mesela kahramanımız, o kapısı açılmaya cesaret edilmeyen, loş, karanlık ve ürpertici odaya giriyor nihayet.
Birden kendisini rengarenk bir ortamda ışıklı, kalabalık ama korkutucu sonuçlara gebe olacağını hissettiğiniz tedirginlik sinyali veren bir cümbüşün ortasında buluyor. Ve birileriyle konuşuyor, hayal ediyor belki, ve siz de anlatımla birlikte duble hayal kurmaya itiliyorsunuz Stephen King'in büyüleyici ve ürpertici kelime oyunlarıyla...
Ama film de ise, o kısım gösterilirken, okurken hayalinizde canlandırdığınız o ambiyansa hiç te rastlamıyorsunuz. Müzik var, rengarenk ortam, kadın erkek dansediyorlar, falan...
Eee?
Yani burada gizemli konuşsalar ne olur, suskunluk hakim olsa ne yazar!
Zira siz romanı okudunuz, hayalinizi kurdunuz, ürpertisini yaşadınız ve umduğunuz da elbette standardın ultra üzerinde.
Mesela romanda o ''şey'', kahramanımızı itiyor.
O anı siz Stephen King'in bizzat kendi kelimeleriyle nakledemeyeceği biçimde, ondan da etkili ifade edebiliyorsunuz kendinize, ama hayalinizde.
Film de ise kahramanımızı oynayan çok başarılı aktör Jack Nicholson'un o ''şey'' kendisini iterken ki hareketlerine ben kahkahalarla gülmeye başlamıştım. Zira adamcağız, sadece bir ses duyuyor( yani '' şey'' görünmüyor maalesef ama itme efekti var) ve, ya geriye parende atıyor, ya yana devriliyor vs vs.
Oysa romanın o kısmını okurken hiç te kahkaha atmamıştım!
Bir de, hortlak filmleri var. Ne yapılsa, mutlaka faça veriyor. Türkiye'nin demokratikleşme çabaları gibi ( mesela, bir zamanlar ülkede!).
Örneğimizde rejisör çekimi havadan yapıyor. Otomobil, kıvrıla kıvrıla, yem yeşil ağaçların arasından giden bir yol üzerinde, evet bildiniz, ıslak-nemli bir hava ve de hafif alacakaranlığa girerek tırmanıyor.
Aniden, önünüzden bembeyaz sabahlıklı, ve elbette genç ve güzel bir kadın, SANKİ geçiyor.
Fren ki, hem de nasıl!
Şaşkınlık içersindesiniz.
Adrenalin, tedirginlik, ne oluyor, acaba....?
Büyük bir ihtiyatla gaza basıyor, daha da ağır aksak sürüyorsunuz, veee, karşınıza yine çıkıyor beyaz giyinmiş huri.
Neyse, daha sonra, işte o neredeyse terkedilmiş eski madenci kasabasının ana caddesine tam da alacakaranlıkta giriyorsunuz.
Bar-pub ların bazılarının kapıları, çarpıyor gibi.
Cadde'de tedirgin edici bir ıssızlık ve elbette yerden havalanan bir kağıt parçası ya da diken yumağı...
Tabii ilaveten epeyi bir korku efektiyle gerçekten de çoğu başarılı olan ( bence) çekimler.
Fakat örneğimizde rejisör senaryoyu uyguladığı için, kesinlikle çuvallamak zorunda.
Zira filmde çok sayıda hortlak var ve bir müddet sonra da aralarında toplantı falan yapmaya başlıyorlar ve artık siz de bu hengameyi izlerken muhtemelen oflayıp puflamaya başlıyorsunuz.
E şimdi, hortlak neye benzer, yani nasıl bir muhteremdir, tipi falan?
Yani birilerinin makyaj ve giyimle hortlağa benzetilmeleri yetmiyor, onlar gibi davranmaları, konuşmaları falan gerekli.
İyi de, rejisörün elinde hortlak fotoğrafı, biyografisi, hatıra defteri, ya da böyle alengirli mevzunun hani bilmem kaç yılındaki görgü tanıkları veya ne bileyim işte poliste, okullarda kayıtları vs yok ki, tariflerle ona uygun makyaj-kostüm gibi ne gerekiyorsa ısmarlasın, skeç provaları yapılsın falan...
Velhasıl, suratları Bülent Ersoy'un stiline rahmet okutan yoğunlukta makyajlı bir grup, gır gır ses tonları ve kıyafetleriyle bizim gibi konuşuyorlar, işte mutad akibet bu!
Yani bir de bu türün Yeşilçam muadili ve de versiyonlarını izlemek vardı.
O açıdan şimdilik kendimi pek te şanssız addetmiyorum ama yanılıyor olabilirim, belki de stres atmaya bire bir olurdu, kim bilir...
👍👍👍👍👍👍
ReplyDelete